28 Şubat 2011 Pazartesi

mina urgan

Ben sahip olduklarımın tadını çıkarmayı öğrendim hayatta. Sahip olamadıklarımın ve olamayacaklarımın acısına ise ayıracak zamanım yok. Hayat çok kısa.. [Mina Urgan]

27 Şubat 2011 Pazar

Bengisu ve Paşa

Taa 2008 yılında gazeteden kesip sakladığım bir yazıyı cuma günü çekmecemde buldum. Çoktan unutmuştum varlığını ve bu da ne diye açıp okuduğumda anladım zamanının geldiğini bana haber veren bir işaret olduğunu:
 Haber Hürriyet gazetesinde Cumartesi ekinde Pako'nun sayfası bölümünde çıkmıştı. Haberi yazan Göksel Yapar'a o zaman mail atmış ama yanıt alamamıştım.  Umarım Bengisu hala Paşa ile beraberdir ve umarım çok mutludur. O'na ailesine ve Paşa'ya buradan sevgiler

BENGİSU' NUN TERAPİST ARKADAŞI PAŞA
Evcil hayvanların çocukların gelişimi üzerindeki olumlu etkileri araştırmalarla desteklenen bir gerçek. Ancak 5 yaşındaki Bengisu Uzel için köpeği Paşa'nın, diğer çocuklara kıyasla çok daha hayati bir önemi var. Özel eğitimli golden retriever sayesinde, serebral palsi hastası Bengisu kaslarını daha rahat kullanabiliyor, köpeğinin üzerinde saatlerce uyuyor.

Bengisu, bundan beş yıl önce doktor Orhan Uzer ile güzellik uzmanı eşi Semra Uzel'in ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Aslında bir ikizi vardı ama kardeşi 5,5 aylıkken anne karnında öldü. Doktorlar Bengisu'nun tamamen sağlıklı olduğunu söyledi ailesine ve 7 aylıkken dünyaya geldi. Erken doğduğu için kuvöze kondu. Doktorlar hálá tamamen sağlıklı bir bebek olduğunu söylüyorlardı.
Anne karnındayken, beynindeki bir noktada gelişimin durduğu ancak 3 aylıkken anlaşıldı. Bengisu serabral palsi (CP) hastasıydı ve tedavisi yoktu.
DOĞUM GÜNÜ HEDİYESİ
Acı gerçekle başbaşa kalan çift psikiyatrik yardım almaya başladı. Gittikleri psikiyatr, Bengisu'ya bir kardeş yapmalarını ya da bir evcil hayvan almalarını tavsiye etti. İkinci çocuklarının da hasta doğmasından korkan Uzel çifti, ilk öneriyi hemen reddetti. Daha önce evlerinde hiç hayvan beslememişlerdi. Bundan da vazgeçtiler.
İkinci doğum gününde Bengisu'nun amcası, kucağında yavru bir golden retriver ile çıkageldi. Köpeğin adını Paşa koydular. Bundan sonra ailenin hayatı tamamen değişecekti.
Bir tatil sırasında, tesadüfen Alman turist ile tanıştılar. İşi; köpekleri fizik tedavi gören çocuklara eşlik etmek, yardımcı olmak üzere eğitmekti. Eğitmen ikişer haftalık sürelerle dört kez Türkiye'ye geldi. Hem Paşa'yı, hem de Bengisu'nun gittiği terapi merkezindeki diğer iki köpeği eğitti.
Eğitim, köpeklerin içgüdülerini bu tür insanlara faydalı olacak biçimde geliştiriyor. Bengisu üzerindeyken sakin yatmayı, havlamamayı, kaslarının açılmasına faydası olur diye küçük kızın ellerini yalamayı öğrendi Paşa.
Doğduğundan beri bağırsak problemleri yaşayan Bengisu, Paşa'nın üzerinde ilk uyuduğu gün bu sorundan kurtuldu. Paşa eve gelmeden önce el, kol ve ayak kaslarını sürekli sıkması yüzünden hiç açamayan Bengisu, artık elbise giyebiliyor.
Fizik tedavi merkezindeki uzmanlar da, gelişiminin köpekten sonra hızlandığını söylüyor. Baba Orhon Uzel, dikkati çok çabuk dağılan, sıkılan bu çocukların köpekle daha uzun süre çalışabildiğini, terapiye konsantre olabildiğini, gelişiminin bu nedenle hızlandığını söylüyor.
ARKADAŞINI UYUTUYOR
Bengisu'dan hiç ayrılmayan Paşa, arkadaşının kasılan bölgelerini yalayarak uyarıyor. Bengisu da hemen kaslarını açıyor. Bengisu eliyle bir tutam kıl koparsa bile, Paşa hiç aldırış etmiyor. Arkadaşının korkmaması için evde hiç havlamayan köpek, ihtiyaç olduğunda Bengisu'nun üzerinde saatlerce uyumasına izin veriyor.
Bir köpeği bu kadar sevebileceğini hiç düşünemediğini belirten anne Semra Uzel, Paşa'yı oğlu gibi sevdiğini söylüyor. İnsanların hayvanlardan korkmaması gerektiğini belirten Uzel, "Duyarlılık anlamında bizden çok öndeler. Sara krizi gelmeden 2- 3 dakika önce anlıyorlar. Ama hayvan almak isteyenler, bunu birkaç yıllık değil, ömürlük düşünmeli. Sıkılınca sokağa atmamalılar" diyor


kedi aşkı

Olmayan bir şey daha oldu. Kedimiz Mühür'le hiç ilgilenmeyen hatta kedi yanına geldiğinde ağlayan oğlumuz 180 derecelik bir değişim gösterdi.  Tüm arkadaşlarımızın, komşularımızın çocukları Mühür için delirirken "gel gel" diye peşinde koşup dokunmak için türlü tırmık darbelerine göğüs gererken Umut'un bu derece kayıtsız olması beni üzüyordu açıkçası.
Ama bu blogda da yazdığım ilk temaslarını, yani saç yalama  olayını gerçekleştirdikleri Aralık ayının başından beri gözle görülen bir değişim başladı. Şimdi Mühür Umut'un bu hayatta en sevdiği şey oluverdi. Ben kendisinin yalancısıyım. "Bu hayatta en çok kimi seviyorsun?" diye sorunca "MÜ!" diyor. Yanına gelsin diye çağırıyor, elini ağzının içine sokuyor, hafifçe ısırmasına, tırnaksız pati atmasına ses çıkarmıyor. Hele bir de kuyruğu suratına değerse kahkahadan kırılıyor.
Bunu doktorumuza anlattığımızda "tamamdır, köpek almanızın zamanı geldi" diyor." Çünkü iletişime girecekler, birbirlerinin en yakın arkadaşı olacaklar. Gel deyince gelecek, fizik tedavisinde yanında duracak, hatta gerekirse üzerinde uyuyacak. Ama eğitimli olmalı bu köpek. Tepki vermemeyi, gereksiz havlamamayı bilmeli."
""Ama diyor "eminim ki her sabah tuvalete çıkardığınızda bana söyleneceksiniz"
""evet" diyorum içimden "ve söylenen sadece ben olmayacağım, en başta Mühür olacak!"
Kısacası köpek arıyoruz!

26 Şubat 2011 Cumartesi

yemek yemek yada yememek

Çok hastalikli bir çocukmuşum. Doktorlarda, iğnecilerde geçmiş çocukluğum. Üstelik hiç yemek yemezmişim. Annemin hep burnumu sıkarak ağzımı açtığını hatırlıyorum. Bu yüzden çok düşmüşler üzerime. Sürekli bebekmişim gibi davranmışlar.
O kadar abartmışlarki durumu yemeğimi hep onlar bana yedirmişler.  ilkokul birinci sınıfa giderken beslenme tenefüslerinde babamın işinden izin alıp, gelip bana yemek yedirdiğini çok net hatırlıyorum. Babam sıramda yanıma oturur, beslenme çantamı açar tek tek, lokma lokma bana yemeğimi yedirir, sütümü içirirdi. Tabii bu arada bütün sınıf etrafımıza toplanır, bir çember oluşturarak oturur, babamla beni seyrederek yemeklerini yerlerdi.  Taa ki bir gün sınıf arkadaşlarımdan biri "amca, kendi yiyemiyor mu?" diye sorana dek. Babam utanmış olmalı ki durumdan bir dahahiç  gelmedi.  Bense hiç bir arazım, yutma bozukluğum, yeme problemim olmadığı halde, biri bana yedirdiği için,  bu durum evde herkes tarafından "normal" kabul edildiği için neden ağzıma beslendiğimi  ilkokula gidene kadar sorgulamamıştım bile.  Beni bıraktıkları o andan beri kendi yemeğimi yemeğe başladım.
Bugün akşam yemeği olarak pizza yedik. Umut etli sebzeli püre edilmiş yemeğini bitirmişti. Emre tabakları çıkartırken "siz 3 biz 4, toplamda  7 kişiyiz dimi?" diye sormuştu. "Umut'u sayma, O yemez" dedim." Ne zaman yemeğe başlayacak peki?"sorusu bu anımı canlandırdı.
Belki de ben onu artık rahat bıraktığımda, belki de bebek gibi görmekten vazgeçtiğimde, belki de aslında çoktan yemeğe hazır olduğunu kabullendiğimde yemeğe başlıyacak.
Anne olmanın dayanılmaz sersemliği...

23 Şubat 2011 Çarşamba

kostüm

İşten geç saatte çıktım dün. Umut’un uyku saatine yakın bir zamanda eve yaklaştım. Uzun zamandır almak istediğim bir kitap vardı, eve girmeden iki sokak ötedeki kitapçının önüne park ettim. Tam kasadayken kapı açıldı içeri küçücük boylu, kocaman sesli bir kız çocuğu girdi, arkasından da annesi en son da babası. Kız çocuğu “kurdele boyayacağız kalem var mı kaleeemm?” diye bağırmaya başladı heyecanla. Annesi arkasından açıkladı, ertesi gün okulda kostüm giyeceklermiş, kızı da uğur böceği kılığına sokacaklarmış. Kırmızı kurdele takacaklarmış saçlarına, kalemle de puanlar yapacaklarmış. Kumaş kalemi var mıymış. “Yok” dedi tezgahtar. Üzüldü kızcağız, dayanamadım ben. “Keçeli kalemle yapın canım puanlarınızı” dedim. “Yıkamayacaksınız ki sonuçta. Biraz küçük çizin benekleri satenin üzerinde yayar çünkü boyası, istediğiniz gibi olur işte!”. Sessizlik. Bu kadın da kim bakışı bir an. “Resim öğretmeniyim de” diye söylenen yalan. Aydınlanan yüzler. Sevincinden hoplayan bir kız çocuğu, gülümseyen anne ve ardı arkası gelmeyen sorular


“hocam başka ne yapabiliriz?” “hocam uğur böceğinin anteni olur mu?” “hocam kostümü başka nasıl süsleyelim” “hocam saçını nasıl toplayalım”

Aman dedim Ayşin ne yaptın? Burası zaten küçücük yer sık sık karşılaşacağız, söylenir mi böyle yalan, çık şimdi işin içinden. Tamam resim öğretmenliği yaptın da bir zamanlar, üniversite öğrencisi ile yuva öğrencisi aynı mı?

İçimde bir şeyler buruldu oradan hızla uzaklaşırken. Umut’a göz kalemi ile bıyık çizip yüzüne maske takıp “zoro” yapmıştım ama full kostüm giydirmeyi akıl etmemiştim bugüne dek. Kızın sevincini Umut’ta yaşasın istedim. Çocuklardan çok şey öğreniyorum. Hadi bakalım biz de girelim bu dünyaya, neyimiz eksik?

22 Şubat 2011 Salı

kılık kıyafet


Etrafıma bakıyorum, yollarda, rehabilitasyon merkezlerinde, seyrettiğim filmlerde engellilerin kılık kıyafetlerini inceliyorum. Yargılamak için değil nasılını anlamak için bakıyorum. Benim işim bu, hayatımı kıyafet çizerek kazanıyorum.

Engelli çocuklardaki anne özenini görmemek mümkün değil. Kıyafetler her zaman temiz, saçlar her zaman taralı, renkler her zaman uyumlu, Ayakkabılar çamursuz, gözlükler pırıl pırıl. Aynı Umut gibi. Aynı tüm engelliler gibi.
Ama benim bu görüntüyle bir derdim var. Bu imaj bebekken ve çocukken kaldırılabilir ama ergen ve gençken mümkün değil.
Annenin kendine hakim olması gerekli çocuk artık büyüdüğünde saçlarını yana yatırmamak için, kazağını i kotunun içine sokmamak için, manşetlerine kadar iliklemeyip kollarını kıvırmasına izin vermek için, yakanın son düğmesini iliklememek için.
Belki saçını uzatmak isteyecek, belki boyatmak belki yırtık kot giymek, belki kocaman bol t-shirtlerle gezmek. Neden olmasın, ne farkı var ki diğerlerinden? Ben de istedim gençken, neden Umut istemesin?
Tanıdığım iki kişi benim bu konuda ayılmama sebep oldu.
İlki bir cafe de karşılaştığım saçlarını rengarenk boyatmış, kollarına yalancı dövmeler yapmış, yırtık kotuyla gezen down sendoromlu bir punk ergendi. Hayranlıkla elimi uzattığımı hatırlıyorum tanışmak için.
İkincisi de yakasını iliklemesini söylediğimde “olmaz o zaman özürlü gibi görünürüm” diyen arkadaşım. Arkadaşımın ağzına bir tane patlatmadım ama cevabını yapıştırdım.
Yine de engelli gibi görünmekte bir sakınca yok, hem de hiç yok. Ama engellinin büyüyen yaşının, değişen ihtiyaçlarının, güzel, yakışıklı , cool görünme arzusunun hiçe sayılmasında dert var.

21 Şubat 2011 Pazartesi

rüya

günlerden bir gün, sabahlardan bir sabah uyanacağım erkenden, hazırlarken kahvaltısını oğlumun, içerden sesini duyacağım "annneeee"!!!
"Geldim" diyeceğim "gellldimm kuzum"
hızla odasına gireceğim ve şaşırıp kalacağım. Yatağında otururken bulacağım O'nu çünkü, yan yan gülümseyerek, dimdik oturarak beni beklerken.
Sık sık rüyalarımda görüyorum, ya yürüyor ya koşuyor oluyor ama hep sabahları karşılaşıyoruz.
çocukluğumdan beri duyduğum, annemin, anneannemin, tezelerimin anlattıklarından olsa gerek. Özetle hepsi aynı hikaye aslında "odasına bir girdim, bizimki yatakta ayakta duruyor" "bizimki yataktan kendi başına inmiş" bizimki yatağın başına tırmanıyor"
ne güzel, ben de istiyorum, ama şimdilik sadece rüyalarımda görüyorum...

18 Şubat 2011 Cuma

japon balığı

“Karıncayı bile incitmez” denir ya, işte öyle insanlara öykünmüşümdür hep. Bir başka canlının canını almak gibi bir hakkımızın olmadığını düşünmüşümdür kendimi bildim bileli. Sivrisinekleri gecenin bir yarısı duvarlarda patlatırken veya evde bulduğum akrebi terliğimle yamyassı yaparken bu ilkelerimi rafa kaldırıyorum ama vicdan azabından da kıvranıyorum. Hayatım boyunca kürk giymedim ama hiçbir zaman vejetaryen da olamadım, kendi kendime söz verip karşıma çıkan ilk iskenderde kendime ihanet ettim. İstesemde yapamadığım şeyler var bu hayatta.


Ama ama iş bir hayvana eziyet etmeye gelince akan sular durur. Köpeğe tekme atan, kedinin kuyruğunu çeken insan karşısında beni bulur. Adada faytona binmem, yunusların gösteri yapmasını istemem, hayvan gösterisi olan sirklere, hayvanat bahçelerine gitmem.

Şimdi ise kalakaldım tüm ilkelerimle baş başa. Dün bana bir ödev verildi, Umut’un fizyoterapisti tarafından. Hayatımda bana verilen en acayip ödev. "Balık alacaksınız" dedi fizyoterapist, "bir Japon balığı."   Sevindim önce herhalde gözleri ile izlemesi için, bakışı için istiyor diye düşündüm içimden. "Avucuna koyacaksınız balığı sudan çıkartıp" dedi." Hislerini kuvvetlendirmek için, farklı doku hissetmesi için" dedi. Kalakaldım, nefes bile alamadım. Farkedince suratımdaki ifadeyi," merak etmeyin dedi balık ölmez. Çok faydalı olacak inanın."

Sonra elime telefonunu tutuşturdu bir video seyrettirdi. Terapi yaptığı çocuklardan biri. Fiziksel hiçbir sorunu yok ama canlı ile cansızı ayırt edemiyor, yani balıkla elma aynı geliyor." O'nun problemini bu şekilde aştık" diyor Videoyu seyrediyorum Cam bir kavanoz içinde bir Japon balığı çocuk 5-6 yaşlarında, hocasının komutlarıyla elini içine sokuyor akvaryumun. Balık hopluyor,zıplıyor, eline değiyor çocuk seviniyor, el çırpıyor.

Olabilir, çok faydasını görebilir Umut ama yok ama ben bu ödevi yapmak istemiyorum…

16 Şubat 2011 Çarşamba

oyun odası

bir darbe de ben vurayım çalışan annelere. Zaten içleri acıyor birazcıkta ben kanatayım.
İşten eve erken geliyorum çoğunlukla. Normal çalışma saaati olan annelerden 2-3 saat daha erken.
Umut ve bakıcı ablası  oyun salonunda oluyorlar genelde. Yanlarında 5-6 tane çocuk, 5-6 tane bakıcı. Gürültü, kavga, kıyamet, kahkaha, çığlık hep beraber. Daha yuvaya bile gitmeyen ufaklıklar bunlar. 2-3 yaşlarındalar. Umut hepsinin abisi.
İçeri yavaşça giriyorum Sonra "ben geldiiimmm" diye bağırıyorum. Umut "annnneeeeee" diye çığlık atıyor, boynuma sarılıyor. Biz sarılmışken birbirimize o ufaklıklar yanıma geliyor.
"benim de annem var" diyor bir tanesi. "benim ki hala gelmedi" diyor diğeri, "annem ne zaman gelecek?" diye bana soruyor öbürü.  "ah " diyorum "ah"  Kemalettin Tuğcu kitabı gibi oldu burası" ben olayım sizin anneniz, kendi anneniz gelene kadar olur mu?"
"olur" diyorlar sevinçle, sonra unutuyorlar sahte annelerini ve oyuna devam ediyorlar.
bir kriz daha atlatılıyor.
Özlüyorlar bizi, hem de çok!

14 Şubat 2011 Pazartesi

kendi kendine, kendi kendime


"engelli çocuklar özellikle de cp'liler kendi kendilerine asla oyun oynamazlar, onlarla sürekli ilgilenmek ve yapacak şeyler, yeni oyunlar bulmak zorundasın." Bu yorumu evimize bir aralar gelen çocuk gelişimci ablaya bir arkadaşı söylemişti. Abla bunun böyle olup olmadığını bana sorduğunda "evet" dedim şaşkınlıkla farkederek. Umut'u hiç yanlız bırakmadığımdan dolayı, kendi kendine bir oyun kurar mı diye de düşünmemiştim aslında. İşin gerçeği hiç bir oyuncakla ilgilenmediği, için o aralar buna da fazla takılmıyordum. Yalnız bırakıldığında ise parmağını ağzına sokup ısırarak yara yapıyordu.
Bu soru bana 2 sene önce soruldu. O zamanlar çocukların zaten nasıl tek başlarına oyun oynayabildiklerini bilmiyordum bile. Sonra yavaş yavaş dikkatimi çekmeye başladı, anneler ev işi yaparken, arkadaşları ile çay içerken, en azından gazetelerini okurken çocuklar kendi kurdukları dünyada oyuncakları ile veya resim yaparak veya çizgi film seyrederek vakit geçirebiliyorlardı. 
Biz hala tüm vaktimizi beraber geçiriyoruz. Beraber oynadığımız tüm oyunlarının dışında ben evde geçirdiğim kendime ait zamanları da Umutla paylaşıyorum. Bir arkadaşım geldiğinde onunla sohbet ederken bir taraftan umutu yürütüyor oluyorum. Çay içerken kucağıma alıp yudum yudum ona da içiriyorum. O bu arada bizim bütün sohbetimizi dinliyor ve söyleyebildiği kelimeleri tekrarlıyor. Ben gazete okurken yanımda oturup sayfaları çevirmeme yardım ediyor. Gazete bitince bir güzel yırtıyor. Televizyonda film seyrederken bir taraftan ona top atıyorum o da bana doğru ittiriyor. Ben yemek yerken yanımda oturtup bana oyuncak piyanosuyla müzik yapmasını istiyorum, bazen çatalı eline tutuşturup lokmaları onun tabaktan almasını sağlıyorum. Giyinirken yanımda olup yataktan destek alıp ayakta dengede durması için uğraşıyorum. Telefonda arkadaşlarımla konuşurken bile kucağımda hoplatıyorum.
 Zor gibi görünse de ben çok alıştım, bir taraftan da hoşuma gidiyor,  ama doğru olan bu mudur yoksa tek başına kalmalı ve etrafını keşfetmeli midir hala çok emin değilim.
Belki zamanı geldiğinde, belki o zamanın geldiğini anladığımda, belki artık kendisi istediğinde...

11 Şubat 2011 Cuma

gelecek

Gelecek de bir gün gelecek. Evet biliyorum geleceği kesin. Zaten sanırım gelmiş bile. Aynaya bakınca fark ediyorum zaten artık hangi yaşta olduğumu. İnsanların benden bahsettiklerinde “kadın” derken artık irkilmediğimden, oğlumu kucağıma ardığımda dizlerime değen ayaklarından anlıyorum bir süredir burada olduğunu.


Bir ara seyrettiğim bir filmde her biri yetişkin olmuş kendi işi gücü için ayrı ayrı yerlere taşınmış aileler kurmuş olan 4 erkek çocuğuyla yemek yiyen anne çocuklarına “içinizden birinin gay olmasını çok isterdim, o zaman hep yanımda kalırdı, hep benimle olurdu” diyor. Çocukları gülsün diye şaka yapmıyor, çok içten söylüyor bu sözleri.

Ben de biliyorum ki Umut’ta hep benimle olacak, hep yanımda olacak, seviniyorum, insan buna sevinir mi?

Gelecekte gideriz diyorum bir sahil kasabasına veya oğlan yürüyebilecek gibiyse bir dağ köyüne yaşarız beraber. Kendi küçük arkadaş grubumuz olur belki bir pansiyon işletiriz ailecek, insansız duramayız biz çünkü. Yine çok çalışırız muhtemelen ama el ele denize gireriz, beraber kitaplar okur müzik dinleriz, geceleri yıldızlara bakarız.

Geleceğin gelmesine gerek yok ki bunları yapmak için, istediğimiz her an gidebileceğimizin huzuru var içimizde. Plan yapmaya gerek yok, zamanı hissetmek zaten mümkün değil.

Zamanı yaşamayanlardanız biz

10 Şubat 2011 Perşembe

kitap



Bir kitap hazırlamayı hayal ediyorum. Bu kitap annelerle ilgili olacak. Çocuğu kanser hastalığını atlatmış olan annelerle ilgili.


Çünkü o anneler Amerika’yı çoktan keşfetmiş, üzerine bir de uzay turu yapmış olanlar. Çünkü onlar “çocuğum 2 yaşında özel okul kurasına girsin” diye değil sağlıklı ve mutlu olsun, sevdiği bir okula gidip yaşıtlarıyla olsun diye dilek dileyenler. Çünkü onlar yüzme ve tenis dersleri arasında çocuğunu oradan oraya koşuşturmak yerine ormanda temiz hava alsın, sahilde ayakları sıcak kuma bassın diye boş vakit değerlendirenler. Çünkü onlar gelecek için plan program yapmanın saçmalığının farkında olanlar. Çünkü onlar asıl derdin ne olduğunu bilenler. Çünkü onlar canları tam kayıp giderken yakalama şansı verilmiş olanlar. Çünkü onlardan biri benim.

Sorular soracağım onlara. Her birine aynı sorular. “ Kötü haberi aldığınızda ne hissettiniz? Acı var mı acı?” gibi sorular değil, asıl tedavi sırasında ve bittikten sonraki tutumları hakkında sorular.

Kendi ve çocuklarının morallerini nasıl yüksek tuttukları hakkında, günlük hayatta karşılarına çıkan sorunlarla nasıl baş ettikleri hakkında, depresyon için ne düşündükleri hakkında, “ya tekrar ederse?” sorusunu kendilerine ne kadar sık sordukları hakkında, çocuklarında tedavi kaynaklı bir araz kalıp kalmadığı hakkında, gelecek için düşünceleri hakkında bir sürü soru…

Günlük sistemin içinde sıkışıp kalmış ve kendini rutin, mutsuz, sıradan hisseden annelerin okuması için zorunlu kılardım kitabı. Hayatlarının aslında ne kadar güzel, ne kadar normal olduğunu ve bu “normal”liğe ulaşabilmek için dişini tırnağına takan anneler olduğunu bilsinler diye. Hayattan keyif alsınlar diye. Şükretsinler diye…

9 Şubat 2011 Çarşamba

ipucu

Ara sıra yazdığım yazılara gelen yorumlardan, engelli annelerinin de beni takip ettiklerini farkediyorum. Bu annelerin çoğu çocularını büyütmüşler, hatta üniversitelere sokmuşlar. Beni uzaktan, sessiz sedasız ama sevgiyle izlediklerini hissediyorum.
İşin doğrusu asıl ben onları izlemek istiyorum. Çocuklarını nasıl büyüttüklerini, nelere göğüs gerdiklerini, aile ilişkilerini, okul zamanlarında yaşadıklarını...
Yada çok çok basit detayları; çiğnemei nasıl öğrettiklerini, dış fırçaladıklarında macunu yutturmamayı nasıl başardıklarını, tuvalet eğitimini nasıl verdiklerini bana anlatsınlar istiyorum.
Mesela Aslı Hanım'ın annesi çiğnemeyi tek tek lokmaları kopartıp kızının azı dişine yerleştirdiğini ve çenesinden ittirerek yemeyi öğrettiğini okuduğumdan beri aynı taktiği uygulamaya çalışıyorum. "Ama" yazmıştı Aslı Hanım "sadece tek tarafımla yiyebiliyorum çünkü tek yanımı çalıştırmış annem"
Bunlar benim bir doktora sorup da öğrenebileceğim şeyler değil. Bunlar bana annemin, anneannemin, komşu teyzenin öğreteceği şeyler hiç değil.
Bunlar sadece ve sadece "yaşayan efsane"  engelli annelerinin aktarabileceği şeyler.
Lütfen sessiz sedasız kalmayın, bana ipuçları verin, kendi başarılarınızı aktarın, biz Umut'la onları yorumlar, kendimize kendimizce bir yol çizeriz, sizlere de binlerce teşekkür ederiz.

7 Şubat 2011 Pazartesi

bebek dini

Bebek dini varsa eğer bir yerlerde, ben ona mensup olmak istiyorum. Dünyanın her yerinde hepsi aynı gülüyor bunların, dişsiz ağızlanını açıp aynı kıkırdıyorlar, aynı işaret parmağı uzanıyor, aynı agu'lar çıkıyor ağızlardan.
Kimi siyah sürmeli gözlü, kimi pembecik, kimi şişko, kimi sıska, kimi engelli...
Ve ben  hepsini çok seviyorum, deli miyim neyim?

el izi

Bir tek ben yaparım sanırdım oğlumun el izini.  Bir tek ben onun o komik minik elinin kontürlerini çizer sonra içine mesajlar yazar, kenarlarını süsler, kartpostal yapıp sevdiklerimize gönderirim zannederdim.
Gezdiğim bir müzede taaaa bilmem kaçıncı yüzyıldan kalma bir mektup sergileniyordu. Mektubu Hindistan kralı  Kraliçe Viktoria 'ya yollamış. Mektubun içine de oğlunun el izini resmetirtmiş, ne de güzel olmuş.

3 Şubat 2011 Perşembe

ganesh

ayrik otu gibi duruyorum Hindistan ucagina giden otobusun icinde. Sabah 100 kisiye sunum yaptim bir otelde, cok ozendim' giyindim suslendim. Topuklulari atip, valiz elimde havaalanina kostum. Saclar masali, kirpikler rimelli, sirt cantali turistler arasinda 1 kmden gorunuyorum.
Hep su turistler gibi olmak istedim hayatim boyunca. Sirtimda bir canta ve pasapotumda dere tepe gezeyim, ucuz otellerde kalayim, yeni insanlarla tanisayim, acayip yerler goreyim istedim.
Hayat bana iyi davrandi hem para kazanip, hem ayni yerleri gormemi sagladi. Gezilecek yerlerin arasina bir iki toplanti, fuar vs sikistirdi. 
Cebimde bos buldugum vakitlerde gidecegim yerlerin listesi var. Buyuk ihtimalle bu ucaktakilerle oralarda da karsilasacagim ama bu sefer icimde leopar desenli elbisem olmayacak cok sukur ki :)
Hintlilerin bir cok tanrisi var farkli farkli islere bakan, farkli gucleri olan, kimi sans getiriyor, kimi ask, kimi para!
Hazir gitmisken coluk cocuk islerine bakani bulayim da bizim oglani bir anlativereyim, dileklerimi dileyeyim. Ganesh fil kafasi yuzunden bana hep cok sempatik geldi, sans ve para getiriyor inananlarina. Biraz daha sans ve para hic fena olmaz hani!
Ablam hep Umut Hindistan`da dogsaydi kutsal kisi ilan edilirdi der, basina gelen bunca sey yuzunden!
Off saclarimi caktirmadan cekistirsem duzlesir mi acaba?

baby

kendi kendine 'baby' demeyi ogrendi Umut. Seyrettigi bebek kanalinin jenerigi ne zaman oynasa yuzunu bir gulumseme kapliyordu uzun zamandir. Sonra bir gun bambaska bir kanalda, arkasi donukken televizyona duydugu cocuk seslerine `baby` diye karsilik verdi. Az daha saskinliktan elimden dusuruyordum veledi.
Hepimiz o kadar cok sevdik ki agzini yaya yaya `baby` demesini, surekli sorar olduk `sen hangi kanali seyrediyorsun?` diye.
Bu hafta sonu olaya yeni bir boyut getirdim. 80`lerden sevmedigim ama kulagima calindikca da gulmeden edemedigim bir sarkiya rastladim VH1`da. `ice ice baby` Sesini kokledim ve Umutla dans ettik sevincle/ Simdi ne zaman ben `ice ice` diye bagirsam' Umut eslik ediyor `baby!`
I love 80`s!

1 Şubat 2011 Salı

hindistan

iş için hindistan'a gidiyorum... Umut babası ve babaannesiyle olacak, her gün bana telefonumdan video yollanacak, fotograf gönderilecek. Teknolojiyi seviyorum..

özek'in muayenehanesi

Biz bu muayenehaneyi kendi evimiz gibi biliyoruz. İlk geldiğimde hamileydim. Şaşkındım, üzgündüm. Bilmediğim bir yola çıkıyordum ve burası da kapısıydı.

6 sene içerisinde sayısını unuttuğum kadar çok geldim buraya. İçerinin kalabalığı hep korkuttu beni. Anadolu’dan gelenler, gece otobüsü ile geri dönecek olanlar, başları pansumanlı çocuklar, endişeden çocuklarına sımsıkı sarılmış anneler, volta atan babalar.
insanlar birbirine zar zor gülümser, öylesine bir iki cümle paylaşır, saatelerce sıranın kendilerine gelmesini bekler. Önlerinde hep zorlu ameliyatlar vardır bu insanların, yürüyecekleri upuzun yollar vardır.
Bu koltuklarda otururken Umutu kucağımda uyuttuğum, MR elimde korkudan titreyerek beklediğim, eşime sarılıp ağlamamaya çalıştığım çok oldu. Sekreter hanım iyi bilir bizi, doktorun şöförüyse neredeyse aileden biri.
Bu seferki farklıydı. Ben mi rahattım, herkes bana rahat mı göründü tam bilmiyorum. Umut yerinde durmadı, odadan odaya yürüdük beraber. Oyuncaklı odaya girdik, dergileri karıştırdık, hatta mutfakta oturup simit peynir yedik. Oğlan çay içti, yanından geçenleri gıdıkladı.
Güldük bu sefer, hem de çok.
Sanki aynı yer değildi, başkaydı.

Sanırım uzun yola alışmışım, darısı yeni başlayanların başına…

özek günü

Bir şarkı var “baby tv”de sürekli çalan;

Bir doğumgünü şarkısı;
“bugün benim özel günüm, bütün yıl bu günü bekledim, işte şimdi geldi…..” diye devam eden…

Bizim de bütün sene boyunca beklediğimiz bir gün var. “Özek” günü.
Umut’un ameliyatını yapan, tüm tedavisi boyunca yanımızda olan, önceleri 3 ayda bir MR ile kontrol yapan, şimdilerde görüşmelerimiz senede bir kez’e dönüşen doktorumuzla yaptığımız görüşme günümüz.

O gün geçtiğimiz cumartesiydi.
Doktorumuz şöyle bir baktı bize. “Bu sakallar daha da beyazlayacak” dedi eşime. “Senin belin sakatlanacak, sırtın tutmayacak.” Dedi bana. “ Bu çocuk böyle kalmayacak, büyüyecek. Yürütün demiyorum size artık, en azından oturtun diyorum.. Bir yere oturttuğunuzda arkanızı dönebilin, oradan düşmeyeceğinden emin olabilin.”

Kucağımda oturan oğluma bakıyorum. İçeri girmeden önce tembihlediğim gibi dimdik oturuyor kucağımda. Hiçbir şekilde tutmadığımı, elimle destek olmadığımı göstermek için ellerimi kaldırıyorum, iyice dikleşiyor Umut, ağız kapalı, bakışlar ileride, aynı öğrettiğim gibi. Gözlerim doluyor.
“Hayır” diyor doktor “böyle değil , tam oturacak, ellerini uzatacak.” Fark edince gözümdeki yaşı. “Sizin için” diyor “izin iyiliğiniz için söylüyorum. Buna odaklanın, atın bir kenara uğraştığınız diğer şeyleri, baş- boyun kontrolü ve denge çalışın.”
İyi de nasıl?
Çok küçük ilerliyor Umut, çok minik minik gösteriyor bize gelişmesini. Arkadaşlarımıza, tanıdıklarımıza göre dağlar kadar kocaman farklarla, bize göre küçük adımlarla, doktorumuza göre hiç!
Gözleri ayrı ayrı hareket ederdi eskiden, öyle bir kayardı ki korkardım. Şimdi normal bakabiliyor. Otururken dik durması, ayaktayken dizlerini kırmaması çok yeni. Baktığı şeyi sözle ifade etmeye çalışması, tüm sesleri ayırdığını taklitlerle anlatması, yemeğini daha iyi yiyebilmesi, sol elini kullanabilmesi hep yeni.
“Ama” diyor doktor “ama 6 yaşına geldi. Zaman çok çabuk geçiyor. Hala bezli, hala biberondan su içiyor, hala uykuda diğer tarafa dönemiyor, hala başını uzun süre dik tutamıyor.”

“Evet” diyorum içimden “ doğru, ama bardağın yarısı dolu !”