31 Ağustos 2011 Çarşamba

babadan seçmeler

eşim bugün bir yazı yazmış facebookta. Blogda da paylaşmak istedim ama ayrıca kendisinden sevdiklerinin de listesini yapmasını rica ettim. "bu listenin dışında kalan herşey işte.." diye geçiştirdi. Belki bir gün yazar. Yine de o söylemese de ben onun sevdiği şeylerden birinin resmini koyuyorum yazıya ; şelale...

Bunlardan nefret ediyorum:

*30 gibi davranan ve görünen 18'likler ve 30 davranan ve görünmeye çalışan 45'liklerden...
*şehir içinde ATV kullanan görgüsüzlerden...
*hasbelkader "köşeyazarları"nın herkes kendileri gibi düşünmek zorundaymış gibi ahkam kesmelerinden...
*trafik sıkıştığında emniyet şeridi kullanma "önceliği olan" mühim insanlardan...
*engellilere ayrılmış alanlara parkeden ... (uygun sıfat bulamadım boşluğu keyfinizce doldurun) bunların arasında bir de uyarmaya kalktığınızda "ben de kafadan sakatım zaten" diyenleri var ki, tadından yenmez...
*evinizin önünden geçerken gözgöze gelmekten ve selamlaşmaktan kaçınan medeniyet yoksunu komşulardan..
*"... canım yazık, bak nasıl da.." şeklindeki cümleler ve bu cümleleri kuranlardan...
*kendisinden "biz" diye bahseden beyinsiz megalomanlardan...
*hastasından "bu" diye bahseden (birçok şey yoksunu) doktorlardan...
*"densizliğin" her türlüsünden...
*"çocuk erkil" ailelerden...
*uyduruk "özel günler" ve tüm özel günlerde saygı ve sevginin parayla ölçülmesinden...
*paranın, servetin "mal"dan başka herhangi bir şeyin karşılığı olmasından; değeri sadece parayla ölçülen şeylerin statü sembolü olarak kabul edilmesinden...
*başkalarının sefaletiyle beslenen, her türlü sefaleti rant kaynağına dönüştürme meraklısı "insan"lardan, ...
*servet düşmanlarından ve parasıyla "her şey"i satınalabileceğini zanneden sonradan görmelerden...
*ayrıcalık sahibi olduğunu zanneden veya hak etmediği halde ayrıcalık sahibi olan insanlardan...
*çifte standart uygulanmasından... uygulayandan...
*Türkiye'nin suçlulardan, katillerden, canilerden gurur duymasından...
*"göz göre göre" olan her şeyden ve göz yuman herkesten...
*...miş gibi yapanlardan...


(fotograf Evan Tetreault)


30 Ağustos 2011 Salı

süper güçler


Benim süper güçlerim var.
*Engelli çocuğumla ilgili söylenen "yazık, vah vah, zavallı" gibi sözler kulağımdan içeri giriyor, beynim algılıyor ama kalbime işleyip beni üzemiyor, en fazla kısa süreli baş ağrısı yapabiliyor. (en son bugün çok uzak bir akrabamız yazık dedi, yürümeye çalışan Umut'a. Bayram ziyaretinde olduğumuz, kadının da zaten 80+ olması sebebiyle kendisini Allah'a havale ettim )
*Her zaman ve her durumda oğlumu güldürebiliyorum. (hem de ne gülme!)
*küçük şeylerin, oğlumun ağzından çıkan tek bir hecenin bile ne kadar önemli ve mucizevi olduğunun bilincindeyim. (var olmayanın değil, var olanın kıymetini bilmek)
*yarını düşünüp plan yapmama becerisine sahibim (üstadım eşimdir)
*çocuğuma asla hasta muamelesi yapmıyor, gerektiğinde azarlayabiliyor, sınırları zorlamasına izin vermiyorum. (yemek seçmek, istediği saatte uyumak, istediğini yaptırtmak, şımarıklık ağlamaları yapmak lüksü yok)
*her şeyin zamanı geldiğinde olduğuna inanıyorum, ve her şey zamanı geldiğinde oluveriyor. (mesela okul yaşının gelmesiyle beraber,olmayan bir okulun açılması gibi)
*kemoterapi, epilepsi gibi ağır hastalık döneminden geçmiş olmamıza rağmen hijyen hastalığına yakalanmadım,  hastalık hastası olmadım. (kıyısından döndüm, en büyük yardımcım da eşim oldu, her zaman)
*psikolojik yardım almadım (denedim ama dr. "gelmene gerek yok" dedi)
*çok fazla gerçek arkadaş edindim. (hep yanımda oldular, hiç yalnız hissettirmediler)
Çünkü kurban rolü oynamayı değil, kahraman olmayı seçtim, asıl kahramanın oğlum olduğunu bilerek... işe yaradı...
Okula girebilmek için alındığımız "değerlendirme" görüşmesinin sonunda eğitimciler dediler ki "Umut çok mutlu bir çocuk, çok da sosyal. Belli ki kendisinden hiç utanılmamış, evin içinde saklanmamış, hep insan içine çıkartılmış, farklı yüzlere alışmış ve en önemlisi çok sevgi görmüş."
Oğlumu daha önce hiç görmemiş 3 eğitimci bir saat içinde çocuğun yüz ifadesine vücut diline, çıkardığı mutluluk seslerine bakıp sadece 3-4 kelimesini duyarak bu sonuca vardılar. Çok mutlu oldum.
Kurban değil kahraman olmak işe yarıyor ve daha çok çok işlere yarayacak, eminim...

(illustrasyon: sophie blackall)


26 Ağustos 2011 Cuma

arılara fısıldayan kadın

Bir kadın düşünün, denizden 2000mt. yükseklikte bir yayla evinde tek başına yaşıyor olsun. Kızlarını evlendirmiş, kızlar şehre göç etmiş, koca köyde, kendisi yaylada, tam 3 ay tek başına. En fazla 8-10 ev daha var aynı yaylada, aralarından incecik dereler geçen. Evinin yanında bir ahır, 2 inek, bir köpek, bir de buzağı Gülbeyaz yarenliği. Bakkal yok, çarşı yok, doktor hiç yok.


Ama kovanlar var, ve binlerce arı. Ve bu tek başına yaşayan kadınınsa arı alerjisi.

Ben arıdan korkmam, küçükken üstüne bastığım bir arı tarafından sokulmuşluğum dışında bir vukuatım da yok. “Onlara zarar vermezsen onlarda sana zarar vermez” diyenlerdenim. Hoplayıp zıplayanlardansa yerimde sabit duranlardanım.
O gün de öyle oldu. Yaylada evinde yürüyüşçüler göllere gidip Umut’la bizi bahçesine koydukları kadınla sohbet edip, çay içerken koyu sis dağıldı ve etrafımızı arı sardı. Gördüm uçuştuklarını, aldırış etmedim, “soksa şimdi ne olur?” demedim, hatta aklımdan bile geçirmedim. Taa ki kadının ifadesinin değiştiğini ve yavaşça “geldiler..” dediğini duyana kadar.
Korku filmi sahnesi gibi oluyor bir an. Sis dağılmış, arılar basmış.. “durup dururken sokarlar mı ki?” diye soruyorum 30 yıllık inanışımdan geri durarak. “bazıları..” diyor “hepsi değil.” “beni dişlerlerse komaya giriyorum” diye devam ediyor fısıldayarak “hepsi değil, bazıları..” Ödüm kopuyor o an. Bildiğin dağbaşındayız, “ne yaparım” diye düşünüyorum, kucağımda yürüyemeyen bir çocuk, yol iz bilmeyen ben, inekler, bir köpek, bir de buzağı Gülbeyaz.
“İlacım var” diyor “onu içiyorum merak etme, ama oruçluyum iftarı beklemem gerek.”
“Eh be kadın” diyorum içimden ” kimsenin inancına, ibadetine karışamam ama bari bana fısıldayacağına şu arılara fısılda da dişleyeceklerse de seni iftardan sonraya bıraksınlar, yoksa ben bildiğim tüm duaları fısıldamaya başlayacağım…”

(resim michael borremans)

tanı

Çok takığım ben bu tip doktorlara. Öylesine takığım ki, karşıma sürekli ve de sürekli çıkmaya devam ediyorlar. Odağımı değiştirmezsem ve iyi olanlara kanalize olmazsam da karşıma devamlı çıkacaklarını biliyorum o ayrı.

Ne olur ki yani içeri girdiğimizde göz temasında bulunsa, “Bu’nun tanısı ne?” diye çenesiyle gösterip soracağına, önce çocuğun adını sorsa? MR, tomografi filmlerine, EEG raporlara gömülüp bakacağına, şöyle bir çocuğa alıcı gözle baksa? Ne olur, doktorluğu mu eksilir? Diploması elinden mi alınır?
Allahtan hayatımızda adam gibi adamlar, adam gibi doktorlar var da kafayı sıyırmıyoruz.

“ Bu arada Tanısını mı sormuştunuz doktor bey? Biz mucize diyoruz? Ya siz?”

24 Ağustos 2011 Çarşamba

muffin

Muffin, ablamın çinçila cinsi kedisi. Kendisi pek narin, pek zayıf, pek biblo. İki kere doğum yaptı, yavruları hep güzel yuvalar buldu ama artık kısırlaştırılma zamanı geldi.

Annem kedilerden hiç hazetmez. Korkmaz iğrenmez ama tüyü der, kılı der, yünü der, “öf”ler “pöf”ler.
Bu kısırlaştırma ameliyatı ikisini bir araya getirdi. Ablam çalışıyor, evde kimse yok, kedisine çok düşkün, çok endişeli. Ameliyat sonrası bakım gerektireceğini düşünerek Muffini anneme teslim ediyor.
Annem görev insanı. “Yap” de yapar hem de istediğinden fazlasını. Annem Umut’a bakmış zaten, bildiğin komando eğitimi var. Kemoterapi gören bebeği şişmanlatmayı başarmış yegane insan. Burundan hortumla beslenmesin diye attığımız taklalar aklından silinmemiş daha. Saatlerce süren yemek seansları, ağzındakini yutsun diye emzik sokup kandırmalar tek tek aklında. Doktorlardan birinin halimizi görüp “insaf” demesiyle kendine gelir gibi olmuştu. Ama kemoterapi tedavisi sırasında O’nu koruyup kollamaktan, sarıp sarmalamaktan, moralimizi yüksek tutmaktan ve bol bol yemek yedirmeye çalışmaktan başka yapabildiğimiz hiçbir şey yoktu. Annem de sınıfın “yemek kolu başkanı” oluvermişti işte…
Şimdi ameliyat edilmiş kedi kendisine teslim edilince geçmişe dönüverdi.
Masanın üzerine bir örtü seriyor, üzerine kediyi oturtuyor, yanına sulandırılmış yaş mama dolu kabı alıyor. Kedinin kafasını tutup zorla ağzını açtırıyor, önce kaşıkla olmazsa parmak marifetiyle mamaları yediriyor. Anne diyorum, uyuturken emzik de ver bari. Sanki kedi bana teslim edilse faklı bir şey yapacakmışım gibi… Ne yapayım diyor içim ancak böyle rahat ediyor. Ayrıca vermem artık geriye, benim oldu bu, bu kadar emeğim geçti, şimdi bakamazlar zayıflatırlar, hasta ederler Allah korusun!”
Bence Allah önce aklımızı korusun. Çoğu kişinin hayatında bir trajedi, travma olmuştur mutlaka ve ondan kalma bir arıza.
Bizim arızamızda bu işte, aklımızı kaybettik, hükümsüzdür.

21 Ağustos 2011 Pazar

Umut "7"

Pastanın süsü Umut'un maketi, yanaklar aynı, saçlar aynı, gözlük aynı. Önlük giymiş üstüne okul sırasında oturuyor, defteri kalemi. O kadar şirin olmuş ki yanyana poz veişnce herkes kahkahayı koyveriyor. Bir dilek pastası bu. Okula gidip eğitim alabilmesi, hayata katılım sağlayabilmesinin başlangıcı olması için hem dilek hem de doğumgünü pastası...Bir de maketinin oturduğu gibi dimdik oturabilse...
Umut 7 yaşına girdi, 7 yıl nasıl geçti, inanılır gibi değil...
Lezzetli ve sevimli pastayı yapan Umut'a çok benzer bir hikayesi olan Deniz'in annesi Oya'ya, Balpasta'ya teşekkürlerimle.

19 Ağustos 2011 Cuma

meğer zamanı gelmiş

Bir hayalim oldu yeni, hiç ama hiç kurmayı aklıma getirmediğim.

Oğlumun bir problemi olduğunu daha doğurmadan önce bana söylediklerinden itibaren onu yaşatmaya o kadar çok odaklandım ki diğer her şey önemini yitirdi benim için. Önemli olan yaşamasıydı, önemli olan sağlıklı olmasıydı, önemli olan beni tanıyabilmesi, elini kullanabilmesi, gece rahat uyuyabilmesi, gelişiminin rayında gitmesiydi, mutlu olması hep gülmesiydi… geri kalan olmasa da olurdu. Olamayacağını düşünmedim hiç ya da bunun için üzülmedim hiçbir zaman, insan yaşatmaya çalışırken bir canlıyı, canından çok sevdiğini hayatta tutmaya çalışırken başka şeyleri nasıl düşünmez ve kafa yormazsa ben de öyle kafa yormadım işte.
O yüzden okul düşünmek hiç aklıma gelmedi benim. Zamanı gelince düşünülecek bir şey olarak bırakmıştım ucunu.
Ama şimdi bir hayalim oldu yeni , eğitim hayali.
Meğer olabiliyormuş böyle bir okul, meğer istenirse kurulabiliyormuş böyle bir vakıf, böyle bilgili deneyimli insanlar bir araya gelebiliyormuş.
2 gün yaz okuluna yolladım, bakıcısıyla beraber, sabah 9 akşam 4. Bilmek istedim ne yapıyor, ne yapıyorlar…
Rehberlik merkezindeki ablalar hiçbir zaman yeterli bulmadılar Umut’u, hiçbir zaman grup dersine girebilir demediler. O yüzden bilmiyor Umut çocukların arasında oturmayı, hep beraber şarkı söyleyip oyun oynamayı. Ben de emin değildim o yüzden tüm gün çocuklarla ne yapabileceğinden.
İlk gün öğlen gibi dayanamadım aradım ablasını “hiç merak etmeyin” dedi, “çok memnun hayatından” “eve gelince sayacak size arkadaşlarının adlarını baştan” hayretler içinde dinledim, akşam olunca heyecanla eve koştum. “Ela diyor bizimki , mustafaya “mu”, polat’a ”po”. Mor diyor bir de yeşil! Başparmağını kaldırıp “ok” yapıyor üstelik. Kuşluk kahvaltısını yaptırmışlar pekmez ve kuşburnu çayıyla, her şarkıya katılmış kendince, dinlenmişler bir çocukla yan yana, öğlen bir arada yemişler yemeklerini, altları değiştirilmiş hepsinin çabucak, her yer tertemizmiş, pırıl pırıl. İkinci gün ablası geri çekmiş biraz kendini bakalım arıyor mu yalnızlık çekiyor mu diye. “hiç” diyor “hiç aramadı beni, başka ablalara öpücükler attı sürekli”
Sonra kendi kendimize diyoruz ki “demek ki zamanı gelmiş bizim sıpanın, demek çocuk istermiş, okul istermiş de biz bilmezmişiz, biz hala bebek zannedermişiz”
Haftaya burs için başvuracağız, değerlendirmeye alacaklar bizimkini. Bir sınav daha vereceğiz ailecek. Her sınava girdiğimizde olduğu gibi yine yüzümüz gülerek gideceğiz, bakalım sonuç neler getirecek?



16 Ağustos 2011 Salı

tulum terapi


Rehabilitasyonda çığır açacağım, karşınızdaaa tulum terapi!

14 Ağustos 2011 Pazar

Karadeniz

Havada sis, kara duman, paçalarımız ıslak, ayaklarımız çamur içinde, üstümüzde polarlar, şapkalar, niye eldiven almadım diye hayıflanmalar, sırtımızda Umut, Umutta bir şarkı,  yüzünde bir gülümseme, çığlık çığlığa sevinç içinde, yaylalardayız...
Ya sırtta olacak, ama sırttaysa da yürünecek , ya yere basacak, asla oturmayacak.  Yollar düzgün değil, taşlık kayalık, olsun yürünecek, yokuş çıkılacak, yokuş inilecek. 
Yanımızdan buzağılar,  amcalar, teyzeler geçiyor, başını okşuyor oğlanın, "tedavisu var midur?" diye soruyorlar, "allah şifasını versin!"diye ayrılıyorlar yanımızdan. Umut o kadar coşkulu, o kadar neşeli ki, kimse üzgün durmuyor yanımızda, bu soruları sorarken bile gülüyorlar, çünkü Umut gülüyor, ben gülüyorum. Yayla evlerinde misafir ediliyoruz, hiç tanımadığımız teyzeler kendilerine "ilaç niyetine" ayırdıkları ballardan kaşık kaşık oğlana yediriyorlar.  Muhlamaları,  parmak kalınlığında kaymağı olan yoğurtları "oohhh" diyerek şapırdata şapırdata yiyor.  Ağzım açık seyrediyorum, iştahı yaylarara geldiğimizden beri çok açık.
Her zamanki saatinde de uyumuyor, direniyor çünkü o saatlerde tulum çalıyor Koçira'daki abileri, şarkı söylüyor hep bir ağızdan, saz çalıyorlar. Benimki sanki Karadenizli, sanki tulum sesiyle açmış gözünü dünyaya, dans ediyor, kafa sağa sola, kollar yukarıya, arada "aabiii" diye bağırarak!
Abileri, yani Koçira'nın asları benden çok sarıp sarmalıyor Umut'u. Kucaklarından indirmiyorlar, öpmeye doyamıyorlar,  yeni kelimeler öğretiyorlar, oyunlar oynatıyorlar, gece olupta uyumuşsa benden önce kendileri gidip bakıyorlar odaya rahat mı diye. "Git" diyorlar bana "biz bakarız buna" ,  "eminim" diyorum, "seneye geldiğimde bu zamanda, horon teperken bulacağıma..."
Yine gözyaşı, yine ayrılık zamanı, o meşhur salıncakta aile fotografı..
Dönüş yolunda Sümela manstırına uğruyoruz, Oğlan sırtımızda, tırmanıyoruz yokuşlardan, dik merdivenlerden. Ne kadar büyülü bir yer, bambaşka bir dünya.  Tam meydanında oturuyoruz manastırın, Umut'la karşılıklı. "hadi" diyorum "dua edeceğiz şimdi, sen arkamdan tekrar et dediklerimi" tamam diyor kafasıyla , dikkatle dinliyor beni. "allahım ve bizi koruyan tüm güçler", "dıgıl dıgıl dıgıl" diyor arkamdan hiç sektirmeden, tüm duamızı ediyoruz böyle "dıgıl dıgıl"larla birlikte, "amin" deyince ben sonunda, yolluyor kocaman öpcüğünü "muaaahh" diyerek, tamamlanıyor duamız,  bitiyor karadeniz maceramız.
Seneye kavuşuncaya dek...

6 Ağustos 2011 Cumartesi

karadeniz zamanı

Ela Koçira Ela

Bu sefer Umut'la...Aynı salıncakta...Bulutların üstünde 1 hafta...

5 Ağustos 2011 Cuma

Okul

Okul görüşmesine gittik geçtiğimiz çarşamba.Küçükbakkalköy'de Metin Sabancı Rehabilitasyon merkezinin kampüsü içerisinde, küçük, temiz bir binada kuruluyor beklediğimiz okul.
19 eylülde, tüm diğer okullar gibi eğitim hayatına başlayacak. Spastik engelliler ve diğer gelişim problemli çocuklar eğitim görecek, eğitim hakkı olacak, tıpkı diğer çocuklar gibi...
Okul Müdürü Emine Hanım, yıllardır engelli çocuklarla çalışmış, eğitime gönül vermiş, bu hayalin gerçekleşebilmesi için taşın altına elini koymuş biri, dürüst, samimi.
Okul görüşmesi nasıl olur bilmem, arkadaşlarım çocuklarına okul ararlarken neler sorarlar, hangi kriterlere dikkat ederler bilemem. Ben kendi çocuğumu bilirim, ve O'nun ihtiyaçlarını... Ayrıca bu güzel ülkemizde başka seçenek, başka spastikler için yapılmış okul yok ki, neyi neyle karşılaştırayım." Aaa bu okul'un sistemini, parasını, bulunduğu binayı sevmedim, bir başkasına bakayım" deme lüksüm yok ki!
Okulun adını bile sormadım, hala da bilmiyorum, kayıt yaptırırsak öğreniriz nasılsa, Ahmet, Mehmet ilköğretim okulu ne farkeder ki, oğlumun gidebileceği bir okul olduktan sonra...
Müdüre hanım'ın odasına girdikten sonraki tanışma faslı bitince başlıyorum konuşmaya;
"Umut eğitim alabilir mi?" diyorum, "ana sınıfına gidebilecek düzeyde mi sizce?" " elbette" diyor" eğitim her çocuğun hakkı, Umut'unda"  " Ama" diyorum "altı bezli, çiğneyerek yemek yiyemiyor, nasıl olacak temel bakım durumları?"  "biz halledeceğiz" diyor Emine hanım," biz öğreteceğiz, her çocuğa bir abla düşecek ihtiyaca göre, altını da biz değiştireceğiz, tuvalet eğitimini de vereceğiz" " ellerini kullanamıyor, ne kalem tutar, ne konuşur, 30 kelimesi ve yüzlerce mimiği var, kim anlar derdinden?" diyorum." Ne güzel diyor, 30 kelime harika! siz bize yazacaksınız, çocuğu anlatacaksınız, biz tanıyacağız, anlayacağız ve eminim oğlunuz sizden daha çabuk alışacak bu duruma"   "sabah 9 da başlayacak eğitim" diyor Emine hanım, "akşamüstü 4'e kadar, sınıflarda 5-6 çocuk en fazla. Her gün farklı programlar, hem grup içi aktivite hem bireysel çalışmalar, fizik tedavi, konuşma terapisi, ritim alelyesi, el becerileri, bilgisayarlı çalışma, şarkılar eğlenceler, bu rutin ile ilerleyecek çocuklar, göreceksiniz çok şey değişecek". " Oldu da.." diyorum  "alıştı, oldu da taaa bizim evden 1 saatlik yolu aştı, değecek mi mis gibi hayatını sarsmaya, her gün fizik tedavi, yüzme, konuşma terapisi görüyor zaten, sitede çocukların yanına gidiyor, izliyor, memnun mesut yaşıyor, ya geriletirse bu eğitim çabası O'nu, ya kapanırsa içine yabancıların arasında?"
Emine hanım gülümseyerek dinliyor saçma sorularımı "denemeden bilemeyiz diyor, ne siz, ne ben" Sonra alıyor bizi yaz okulu olarak kullanılan sınıflara götürüyor.  küçükler sınıfına geliyoruz, kapı açılıyor içeri giriyoruz. 5 ufaklık yanlarında ablalar ve öğretmenle beraber bir masanın etrafına oturmuşlar, hamurlarla oynuyorlar. Öğretmen Umut'u tanıtıyor çocuklara, hep bir ağızdan "ho şgeldin Umut" diyorlar. Benimki usulca "me" diyor onlara yani "merhaba" İçimden bir kahkaha atıyorum, terbiye verebilmişiz çocuğa. Uyum sorunu çekmeyecek galiba...
Öğretmenler geliyor Umut'u konuşturmaya çalışıyorlar, bizimki hemen başlıyor "abla" diye bağırıp, yanak uzatıp öpücük atmalara, cilve yapmalara... Müdür yardımcısı "bu küçük bir kedi yavrusu "diyor. Öyle galiba, herkesin kucağına sokulup öpülmeye okşanmaya o kadar alışık ki, cidden bir tek kuyruğu eksik!
"Eee"e diyorum Emine Hanım'a" ne yapacağız, bu güzel imkandan, ortamdan, okuldan nasıl yararlanacağız? Nedir fiyatı?"   "30 milyar yıllık" diyor Emine hanım, "servis ve yemek dahil değil yalnız". Yutkunuyorum. Burası vakıf okulu değil mi? Vakfın parasını mı okul sağlıyor, okulun parasını mı vakıf anlayamıyorum.
 Yine gözümde canlanıyor bir başka hayat, bir pansiyon açmışım sahil kasabasında, gelenimiz gidenimiz çok, oğlan büyümüş yardım ediyor bana, baba hamakta uyuyakalmış, hiç ifademi bozmadan soruyorum "eğitime gerek var mı cidden? okul olmadan geçmez mi güzel bir hayat?" soruma kendim bile inanmayarak," hayır" cevabını kendi kendime vererek.
Çünkü artık biliyorum ki oğlan büyüyor, annem babam bana nasıl yetemediyse günü gelince ben de O'na yetemeyeceğim, bu kedicik büyüyüp aslan olmak isteyecek,  O'nu kucağımda tutamayacağım kadar büyüyecek, arkadaş isteyecek, başka dünyalar isteyecek..
Ve benim bunu O'na veremeyeceğim gün gelecek, işte o zaman "keşke" demek günah olacak.
Emine hanım gülümsüyor. "sizin gibi düşünenler var elbet, eğitimsiz hayat üzerine yazılmış kitaplar, akademik tartışmalar, belki de mümkündür"
Düşüneceğiz ve size haber vereceğiz diyerek ayrılıyoruz binadan.
30 milyar, yılın şoku, yılın vicdan azabı, yılın bu ülkede engelli olmanın utancı... 30 milyar, gece uyutmuyor...

2 Ağustos 2011 Salı

sevinç

sevinç... Hem Umut'un hem benim, hem de bizi tanıyan herkesin hissettiği duygu... sevinç...