27 Aralık 2012 Perşembe

sus


Umut ritm tutuyor, sevdiği müzikler çaldığında neşelenip çığlık atıyor, kafasını ve kollarını öyle doğru yerlerde sallıyor ki şaşıp kalıyoruz.
Yine böyle yüksek sesli müzik dinlediğimiz günlerin birinde  babanın gözünden bir damla yaş aktı. "ahhh" dedi "ahh keşke...."
"sus" dedim "tamam anladık, keşkesi yok bu işin, olay budur" "keşke böyle olmasaydı daha mı iyi olacaktı bilmiyoruz, o zaman başka bir şeye daha keşke deyip demeyeceğimizi de bilmiyoruz, o yüzden sus!"
Biz susuyoruz, oğlan coşuyor, müziğin sesini biraz daha açıyoruz...

mektup

fazla söze gerek yok, hayranlıkla izlediğim Şafak Pavey anlatmış zaten.. Umarım kuma yazılmış bir yazı gibi yok olup gitmez...


CHP Milletvekili Pavey’in Erdoğan’a mektubu...


"Sayın Başbakan,
Engelli biri olarak ayakta kalmak için diğerlerinden iki kat enerji harcamaya, toplumda bir yük gibi algılanmamak için güçlüklerimi hiç yansıtmamaya çalışan biri olarak, obur bir hevesle sürdürülen aşağılamalara, hükümetin ve özellikle maliye bakanlığının büyük küresel mücadelelerle edinilmiş ve ülkemizde de (yetersiz bile olsa) yasalarla tanımlanmış engelli haklarının, kurnaz yönetmeliklerle geri almasına bile alıştım. Hatta defalarca makamınıza başvurmuş olmama rağmen, meclisin erkeklerle aynı tuvaleti kullanmaya devam eden tek engelli kadın milletvekili unvanını taşımaya bile teslim oldum. Utanca dair temel ilkelerimizin hayli farklı olduğunu bilenlerdenim. Ancak bazı değiştirilemez utanç sahaları vardır ki, bunlar sizlerin ve bizlerin başını ortak olarak yere eğecek kadar hicap yüklüdür.
Utanç veren tweet
En utanç vereni ile, engellilere karşı yazısız bir yasa kadar köklü yerleşmiş olan önyargı ve nefretin resmi olanıyla bir tweet üstünden karşılaştım;
Malatya AKP Gençlik Kolları MYK üyesi Melik Birgin bana şu tweeti gönderdi: “Allah bir bacağını almış, hala küfürden uyanmazsın, nedir bu inatçılık!”
Hayatımda hiç görmediğim birinin, küfür uykusuna devam ettiğimi söyleyebilecek cüreti bulabilmesi, muhtemelen bunu söylemiş olmasından kazandığı sosyal itibardır. Kendisine ancak bu sosyal destek; hayali ilahi günahları bedensel cezayla tehdit edebilmenin kibrini verebilir. Bu arada şükür ki, bu düşkün itibarı paylaşmıyoruz.
Midemi bulandıran, sözlerden tüten ağır nefret kokusu değil. Beni ürküten nefretle yaşayanların, kendi yaptıklarının doğru olduklarına inanmaları… Onaylamasam da bunu bile anlayabilirim. Bizim gibi, çatışmaları ideolojilerden yürüyen toplumlarda yerleşik nefret algısının birbirini kabule dönüşmesi uzun çağlar alabilir.
Ancak burada sorun; tweeti gönderen ayrımcı fanatiğin partiniz yöneticilerinden biri olması. Ve nefretini yüz binlerce kişi okumasına rağmen resmi görevine devam edebiliyor olması…
Ülkemin bütün engellileri adına
İktidarınızda bütün sisteminizi rövanş üstüne kurdunuz. Vaktiyle kin çetelesi tuttuklarınızın yanında, hak ve adalet savunucusu olarak duranların hiç telaffuz edilmiyor olması, bende ahlak yozlaşması ve güç tapınmasını dönüştürmeye değil, makamların el değiştirmesiyle ilgili olduğunuz zannı uyandırıyor.
İslam’a karşı nefret suçu için BM ye başvuracağınızı açıklamalarınızdan öğrendim. Ancak partinizin yerel bir üyesinin küstah tweetine karşı bir uygulama yapmazsanız, insanlığa karşı işlenmiş suçlardaki en güçsüz ve en sessiz çoğunluğa karşı ahlaki borcunuzu yerine getirmeyip, sadece sempati bağlarınız olan nefret suçu mağdurlarına karşı hassasiyet gösterdiğinizi düşüneceğim.
Sizden ricam şahsımda kimlik olarak temsil edilen ülkemin bütün engellileri adına AKP Malatya Gençlik Kolları MYK üyesi ayrımcı fanatiği görevinden, tam da bu nedenle almanız… Belki bunu yaparsanız nefret suçlarına karşı tavizsiz bir samimiyet başlangıcını seçmeninize gösterebilir ve bundan sonra partinizde bu tür yaklaşımlarda bulunanlara karşı insanlığın ortak değerleri konusundaki yaklaşımınızı sunmuş olursunuz.
İnsanlığa ödenmesi gereken borç
Bunu sizden milletvekili olarak değil: hayatı boyunca baş örtülü kızların eğitim hakkını, inanç özgürlüğü hakkını, şahsınızın siyaset yapma hakkını, 28 Şubat döneminin bütün haksızlıklarına şimdi değil, tam o sırada çevrenizde bugünkü dalkavuklarınız yokken açıkça ve bütün riskleri ile karşı çıkmış insan hakları savuncusu bir seküler olarak istiyorum.
Vaktiyle siyasi hayatınıza karşı yürütülen kampanyada sizden ikbal ve imtiyaz beklemeden, ikbal ve imtiyaz ihtimallerini (ne yazık ki ülkemizde pek alışkın olunmayan biçimde) reddeden biri olarak istiyorum.
Bunun bana değil, insanlığa ödenmesi gereken bir borç olduğunu düşünüyorum.

Şafak Pavey, CHP İstanbul Milletvekili"

12 Aralık 2012 Çarşamba

umut daire çiziyor

:)

ve Monet'i gören Umut gaza gelir ...

düş bahçeleri

bir varmış bir yokmuş, çok evvel olmayan zamanın birinde Monet isimli bir ressam, bu ressamın da çok güzel bir bahçesi varmış. O kadar büyükmüş ki bu bahçe, ressam neredeyse ömrü boyunca bu bahçeyi çiz çiz bitirememiş.  Nilüferleri, salkım söğütleri, köprüleri ayrı ayrı ışıklarda resmetmiş, birbirinden değerli tablolar ortaya çıkarmış. 
Aradan seneler seneler geçmiş, bu tabloların olduğu bir sergi taaa İstanbul'a gelmiş.
Umut bugün okuluyla beraber bu sergiye gidiyor.  Biz zamanlar içinde CPli bir çocuğun yaşadığı, atlı köşke... Metin Sabancı adını verdiği okulun öğrencileriyle eski evinde buluşsa keşke... Monet'nin düş bahçelerinde, morlar, yeşiller arasında gezseler beraber, ne güzel ...

8 Aralık 2012 Cumartesi

Aslı Dinçman'dan mail

Aslı Dinçman'dan mail geldi bugün. Paylaşmadan edemedim.
Blogda daha önce bahsettiğim, hatta yazılarını yayınladığım biri Aslı Dinçman. Hayatın bize sunduğu mucizelerden biri...
"pes" dedirtecek pişkinlikte biri tarafından huzuru kaçmış, neşesi bölünmüş.  Çok basit gibi görünen ama aslında çok önemli olan bir olay bu.  Bir engellinin, bir insanın yaşama, sosyalleşme hakkına saldırı.
işte hikayesi


Bir engelli nasıl ENGELLENİR?
  Geçenlerde dayımla Hatay caddesinde kahve içelim diye çıkmıştık.Bu olayı dayım hikâye etmişti:
 O heyula gibi araç kafamda bir şekilde yer etmiş. Aradan birkaç gün geçti… Annemle bir sabah acilen dışarıya çıkmak için engelli park yerindeki arabamızın yanına geldiğimizde bir aracın çıkmamızı engelleyecek şekilde park ettiğini gördük. Bir de ne göreyim, dayımla beni kaldırımda sıkıştıran araç değil mi? Bu kadar tesadüf anca bizim ülkemizde olur dedim.
 Aracımızı çıkaramadığımız için annem beni gideceğimiz yere taksiyle götürdü. Bu arada trafiği aramıştık. Biz yokken gelmişler, araç sahibi her nasılsa araç sileceğine telefon numarasını bırakmış, polisler arayıp çağırmışlar. “Engelli aracı engellediniz ( ! )” demişler.
 Eve döndüğümüzde heyula araç ortada yoktu, fakat bizim arabanın sileceğine bir not iliştirilmişti. Not aynen şöyleydi:
 “Park yeri var da, bizler mi duyarsızız? Polisi arayacağınıza bütün bilgiler arabanın önünde mevcut. Tel açmanız bir dakikayı bulmaz, herkes bu ülkede bencil olmamalı, şikâyet kötü bir davranıştır.”
Anneme dayımı arattım: “Bizim kaldırımların efendisi bugün yine görev başındaydı dayıcım.” diyerek kısaca olayı özetledim. Dayım, acı acı güldü, ardından birkaç kelime söyledi. Duymazlıktan geldim…
 Bir deyim vardır: Hem suçlu hem güçlü. Bu da o hesap…
 Aslı Dinçman
08.12.2012

7 Aralık 2012 Cuma

selam



uzun süre yazmadım, kendimi biraz sakladım.  biraz dinlendim. sağı solu dinledim.

Umut "okul, okul" diye uyanınca yataktan,
eline kalemi alıp yardımla da olsa daire çizince, 
öğretmenine "abicim" diye seslenince,
bardaktan su içmeye başlayınca,
 yeni kelimeler çıkınca ağzından sevinçten havalara sıçradım.

Engelli aracımızı park ettiğimiz yeri komşularımız işgal ettikçe,
oğlumun yaptığı mucizeleri arkadaşlarıma anlattığımda onlardan "ahhh canımmm" diye tepkiler geldikçe,
istediğim medikal cihazı sipariş verirken "engelli kardeşlerimiz için girdiğimiz bu yolda...hayır dualar için.... " diye başlayan cümleler duyunca,
 başbakan eşinin "keşke tüm engelliler down sendromlu olsa..." ile başlayan konuşmasını basından okuyunca,
yeni başvurduğum özel sağlık sigortasının Umut için belirlediği yıllık primi öğrenince  onlar adına utançtan yerin dibine girdim.

Tüm bunların arasında denge aradım, denge...


tekrar yazarak bulmayı istiyorum dengeyi, paylaşarak...
yokluğumda bizi merak eden, arayan, soran, mail atan herkese binlerce teşekkür
özet; herşey yolunda :)


 

2 Haziran 2012 Cumartesi

benim bedenim benim kararım

"bir kadın kürtajın kendisi ve ailesi için en iyi çözüm olduğunu hissediyorsa, kendisini yargılamadan danışabileceği güvenli bir uzman kliniğin hizmetlerine ulaşabilmelidir. Hiç kimse onu gebeliğini sürdürmeye de kürtaja da zorlayamaz"
Marie Stops

28 Mayıs 2012 Pazartesi

sağlıkçı

Ameliyathanelere girdim, anılarını zihnimde toparlamakta zorlandığım.
Steril kıyafetleri giydim defalarca, rengini hatırlamak bile istemediğim
Maskelerle soludum belki yüzlerce defa, kokusunu unutmaya çalıştığım
Doktorlarla, hemşirelerle konuştum, tane tane, net!
Yoğun bakım kapılarında bekledim dimdik, kime neyse?
Serumlar taşıdım, test sonuçlarını yorumladım.
Damar aradım evire çevire, her bir elde, her bir ayakta
MR'lara Rontgen sonuçlarına baktım uzun uzun, anlamaya çalışarak
Geceleri kantinlerde, teraslarda, sandalye tepelerinde sabahladım.
Hep sordular bana, doktorlar, hemşireler, kantinciler, temizlik görevlileri, güvenlikler
“sağlıkçı mısınız?”
“hayır, anneyim, sakin kalmaya çalışan, derdimi net anlatabilmek için sağlıkçıların dilini konuşmaya çalışan bir anne, sadece anne…”
Yine de yetmedi anlattıklarım, inandıramadı söylediklerim. En son 1.5 ay önceki hastane odasında yaşadıklarım sırf “anne” olduğum için ciddiye alınmadı, abartılı bulundu, panikledim sayıldı. Dinlenilmedim, dinletemedim. Son anda müdahale edildi,o da sözün geçmediği yerde, çığlıkla uyarı verince!
Geçti gitti ama içimdeki acı, kızgınlık hala duruyor.
Bundan sonra sorarlarsa bana;
“evet sağlıkçıyım!”

23 Mayıs 2012 Çarşamba

abi

Akşam yemeği vakti. Hava güzel, balkonda masa kurulmuş, ablasıyla bahçede yürüyen Umut Bey bekleniyor. Bahçe ve balkon arası 3 basamak sadece. Herşeyi görebiliyorum oturduğum yerden. Hemen önümüzdeki çocuk parkını, 150 dairenin tüm çocuklarının parkta koşuşturmasını, meraklı gözlerle Umut’a bakan çocukları, büyükleri, acıyanları, sevenleri, gülenleri, hepsini…

Derken elinde basket topuyla büyüklerden bir çocuk hızla yaklaşıyor, önce bize, sonra dönüp Umut’a “merhaba” diyor. Umut önce şaşırıyor, kısa süren bir sessizlik, sonra ufacık bir “abi” kelimesi dökülüyor ağzından. Ardından muhabbet başlıyor;

-merhaba

-me

- çak bakalım, çak! Helaalll!

-adın ne sesin?

-uuuu

-hadi hadi, hepsini söyle, söyleyebilirsin

-uuuu – muu

-bravo! Yeni mi taşındın sen?

-eede

-kaç yaşındasın

- ye

-oo koca adammışsın sen yaa! Ben de 16 yaşındayım. Çok tatlıymışsın sen, ver bir yanak! Hadi görüşürüz sonra

-baybayyy

Hiç müdahale etmeden seyrediyoruz. Baya bir diyalog dönüyor aralarında. Eşime fısıldıyorum “galiba gidip şimdi çocuğa sarılacağım” Çocuk bize dönüp “iyi akşamlar” diliyor.
“iyi akşamlar” diyoruz, ağzımız kulaklarımızda… Ben dayanamıyorum yine “sağol” diyorum tüm kalbimle!

22 Mayıs 2012 Salı

21 Mayıs 2012 Pazartesi

garip

komşumun 8 yaşındaki oğluyla sohbet ettim bahçedeki kedilere mama verirken, evcil ve vahşi kediler hakkında uzun uzun, bilgiç bilgiç!
sonra içeri girip 8 yaşındaki oğlumun altını değiştirdim, ayaklarını, göbeğini mıncıklayarak, karşılıklı kıkırdayarak.
Hayat çok acayip...
Ben karşılaştırmamayı seçtim oğlumu, hiçbir zaman, hiç kimseyle... Sadece şaşırıyorum hayata, çok ama çok acayip!

18 Mayıs 2012 Cuma

hafta sonu

Adam ingiliz. Adı Tom. 10 senedir eşiyle beraber buradaymis. Burası Dalyan. Gece geç saatte tanıştık. 3 gün kalacagım otelin sahibi.
 Herkes uyuyor, otelde çıt yok. Meditasyon kampı için buradayim. Tom soyledi 14 kişiymişiz, 2 si tanıdık. Nüfus cuzdanımı istiyor kayıt için. Çantamda aranırken gözüm resepsiyonun yanında özenle hazirlanmış koşeye takılıyor. Bir kız çocuğunun fotografları ile süslenmiş koşe. Alçıdan minikmel kalıpları, ayak izleri, sevimli bir yüz, kızıl saçlar. Belli ki cok sevilmiş ve kaybedilmiş bir çocuk bu. Down sendromlu bir kız çocuğu. İçimden bir seyler akıyor, midem kasılıyor, gözlerimi kaçırıyorum. Sabah erkenden kalkıyoruz. Bahçedeki meditasyon alanına doğru yürürken kadını görüyorum. Adı Joanna. Kızına benziyor. Hepimize gülümsüyor, sıcacık. Tam yanindan geçerken gözlerinin içine bakiyorum, içimden " seni taniyorum" diyorum " seni biliyorum" sonra da " nasil dayandin?" diye soruyorum "nasıl, nasıl?" Grupla tanışma faslı, sohbet, calişma, lezzetli yemekler, bol kahve, guneşlenme ve yuruyuşlerle ilk gün geçiyor. Her an yeni bir şey duyuyor, yeni bir şey öğreniyorum, hem kendimden, hem başkalarindan. Tüm bunlar olurken gözüm hep onda, Joanna'da. Hem konuşmak istiyorum, hem onu incitmekten korkuyorum. Sonunda birakıyorum zamana, oluruna. İkinci gün oğle yemeği için Dalyan'a inmeye karar veriyoruz. Resepsiyona gidip taksi rica ediyorum. Joanna taksi numarasını ararken tam da küçük kızın koşesinin önünde duruyoruz tesadufen. "zamanı geldi" diyorum içimden "haydi" Küçük kızın resmini işaret ederek "benimde engelli bir çocuğum var" diyorum. Gözlerinin içi gülerek "sahi mi?" diyor. Kac yaşında?" O kadar sevinçle soruyor ki, engelli çocuk sahibi olmanın dünyanın en güzel şeylerinden biri oldugunu düşündüğünü hissediyorum, aynen benim düşündüğüm gibi. " oğlan" diyorum " 8 yaşında, CP'li" Rebecca'ymiş kızının adı. Ne kadar tatlı ve zeki olduğunu anlatiyor. Annesine yaptiğı şakaları, nasıl güldüğünü, kötülük kavramını nasıl hiç bilmediğini... "Onlar melek" diyor " yeryüzündeki melekler" " çok şanslısın, seninde bir meleğin var." sonra sarılıyoruz birbirimize sımsıkı sanki uzun zaman goruşmemiş iki yakın arkadaş gibi. Kulağıma "çok zor, biliyorum" diyor. "sen secilmiş olansın" Benim gözlerimden ip gibi yaş inmeye başlıyor. Kalp rahatsızlığından kızını kaybettiğini söylüyor. "eminim şimdi senin oğlunun yanindadır ve beraber oyun oynuyorlardır." Son gün tüm gruba anlatma ihtiyacı duyuyorum. Duygularım içimde taşıyamayacağım kadar büyüyor. "ben" diyorum " şimdiye kadar ölüm ve çocuk kelimelerini yanyana koyamadım, ve hiç çocuğu ölmüş bir anneyle boyle konuşmadım. Bunu bu şekilde kabullenmiş, ahlamadan, ağlamadan anlatabilen, suç aramadan, hayata küsmeden aksine sevgiyle kucak açıp, kendine mutlu bir hayat inşa eden biriyle tanişmadım. Joanna bana bir şey öğretti. Bu çocukların yaşamdayken ve yaşamdan sonra birer melek olduklarını, ve eger onlar gitmek isterlerse, geride kalınabileceğini, görmeden ama hissederek, onların çevirdiği insan olarak mutlu yaşanabileceğini gösterdi. Onlar bizi oyunun kurallarinin farkina varmiş insanlara çeviriyorlar, sevgi dolu, güçlü, hoş görülü kadinlara...Bizi dişi enerjiye döndürüyorlar. Bunu anlamak için buraya gelmem gerekiyormuş. " diyorum. Otelden ayrilirken Joanna elime üzerinde oğlumun adının yazılı olduğu bir taş tutuşturuyor. Yol boyunca durup durup taşa bakıyorum, bu guzel hafta sonu için teşekkür ederek...

30 Nisan 2012 Pazartesi

ara

bloga başlama sebebim içimdekileri dışarıya akıtmaktı.  Düşünmekten ve tekrar tekrar yaşamaktansa yazıp kurtulmak ve unutup gitmekti. Aynı bir sahilde kuma yazı yazmak ve sonra dalganın alıp onu götürmesi gibi.  İlk sene yazdıklarım hep bu dışa vuruşlardı, göz yaşları ile birlikte fışkırdılar. Sonra gittikçe yumuşadı yazdıklarım, yorumlar gelmeye başladı, onlara cevaplar, okuyanların benzer hikayeleri, onların görüşleri, destek, büyük sevgi yumağı, kurulan arkadaşlıklar derken blog başka bir yere doğru gitti. İyi bir yere doğru... Bir grup oluştu, okuyan yazı bekleyen, merak eden, destekleyen, seven, kıyamayan, sevgisini yollayan. Umut bu grubun merkezi oldu, aslında tüm kendi gibi çocukların temsilcisi oldu.
Bu arada hayat yürüdü gitti. Ben akışa kapıldım.  Anı yaşamayı unuttum. Geleceğe yöneldim. Geleceği çok düşündüm. Kaygılandım endişelendim. Korktum. Korku o kadar çok büyüdü ki korktuklarım bana kendilerini göstermeye başladılar birer birer, sinsi sinsi... Sarsıldım, sarsıldık.
Sonra bir el uzandı bana, yine düşmeye başladığım kuyunun içinden yakaladı beni. Anı yaşamamı öğütledi, geçmişi ve geleceği bırakmamı, herşeyin düşünülmüş ve planlı olduğunu, gelecek diye bir şeyin olmadığını, boşuna düşünüp korktuğumu anlattı. Geçmişi de bırak dedi, bırak gitsin...
Bıraktım.
Bugünü yaşıyorum
Bunu kendime her baktıkça hatırlayacağım bir dövme yaptırıyorum.
Biraz dinleniyorum. Kendime bakıyorum. Blog'a da ara veriyorum, günü gelinceye dek.
Dövmede ne mi yazıyor:
"" yaşa her anı,  gül her gün,  sev kelimelerin de ötesinde..."

19 Nisan 2012 Perşembe

yemekteyiz

Eşimle yemekteyiz, uzağa değil, eve yürüyüş mesafesinde yeni açılmış bir restauranttayız. Oğlan arkadaşı küçük Sarp’ın evinde oyunda. Bir ara lavaboya gidiyorum ve gözüme engelli tuvaleti çarpıyor. Hoşuma gidiyor. Görünen, sık rastlanır bir şey değil çünkü. “hep eleştiriyorum” diyorum içimden “ tebrik de etmek gerek” İşletmeciyi arayıp bulmadan önce girişe tekrar göz atık rampa olup olmadığını kontrol ediyorum. Küçük bir basamak var ama rampa yok, “bunu da söylemeliyim” diyorum içimden. İşletme müdürünü gösteriyorlar, adamın bulunduğu masaya doğru yürürken içimden yapacağım konuşmanın provasını yapıyorum. “tuvalet için teşekkür edeceğim ama şu küçük rampa işini de hallederseniz mükemmel olacak diyeceğim, o da bana teşekkür edecek ve birbirimize iyi akşamlar diyeceğim ve gideceğim.

Yok ama öyle değil işte, burası Türkiye konuşma aynen şu şekilde gelişiyor;
-Merhabalar, sizi tebrik etmek istedim, çoğu kişi düşünmüyor, işletmenize bir engelli tuvaleti yapmışsınız, çok teşekkürler duyarlılığınız için.
-tabi ki, tabii ki, yapmak gerek, birkaç teknik aksaklık ve eksiklik var onları da halledince daha iyi olacak.
- girişe de rampa yapsanız çok iyi olur büyük problem çünkü bu basamak.
-var rampamız, her zaman orada durmuyor kenara alıyoruz, engelli müşteri geldiğinde kapıdaki çocuklar rampayı yerleştiriyor yerine.
-e bu da bir çözüm tabii, ben de oğlumla beraber rahatça gelebilirim artık buraya, görüşmek üzere tekrar tebrikler
-aaa oğlunuz mu engelli? Kaç yaşında?
-8
- nesi var? sonradan mı oldu? Akraba evliliği mi?
-yok doğuştan
-ah ah ah, ben çok iyi biliyorum, benim de yakınlarımın 2 çocuğu engelli , biri akraba evliliği, biri doğuştan oksijensiz kaldı, şimdi 30lu yaşlardalar.
- ya evet, öyle işte, ben gideyim.
-ama ne mutlu ona sizin gibi bir annesi var çok iyi bakıyorsunuz, ilgileniyorsunuz
-e çocuk sahibi olmak öyle bir şey değimli, yapıyorsanız, bakacaksınız elbet.
-ama bakmayanar da var, sizin tek çocuk mu?
-evet, ben gideyim artık, eşim bekliyor.
-neden ikinciyi yapmadınız? Anlıyorum aslında cesaret edemediniz. Ama normal de olabilir. Ben çok iyi biliyorum bu konuyu içi sizi yakar tabii dışı beni, Var tanıdıklarım sizin gibi.
-ya yaa, hadi iyi akşamlar
-gelin mutlaka, oğlunuzu da getirin, yardımcı oluruz biz
-iyi akşamlar

Ööffff, daralıyorum hem de çok. Neye niyet neye kısmet oluyor yine. “eltimde de var” durumu yine karşıma çıkıyor. Kızmıyorum. Herşey iyi niyetli belli ki, ama şu acıma duygusunu iliklerime kadar hissediyorum. Bir taraftan da komik. Adam komik, söyledikleri komik, o lüks lokantanın kapısında niye ikinci çocuğu yapmadığımızın konuşmasını yapmak komik. Gülüp geçmek lazım ama 1-2 saat geçsin üstünden öyle kahkahamı atarım

18 Nisan 2012 Çarşamba

taburcu

pazar sabahı taburcu olduk, öğlen 12de evdeydik 1 de anneanne geldi 2 de Ayşin vurdu kafayı yatıp uyudu.  Akşam güzel bir yemek yendi, gece oğlan annesiz uyumak istemedi, ağladı ama sonunda pes edip uyudu.  Pazartesi kafaya bir bandana bulundu, en yakın arkadaşı küçük Sarp'ın evinde neşe dolu bir gün geçirdi. Gece annesiz uyumak istemedi ama baba tarafından ikna edildi. Sabaha karşı uyandı, anne babaya çaktırmadan yanına aldı, bir iki kıkırdamadan sonra ikisi de uyuyamadı, oğlan yatağına gitmek istedi, ayısına sarılıp uyudu.
herşey yolunda, herşey çok daha güzel olacak, biliyorum.
fotograf, taburcu olmadan 1 gece önce hastanede çekildi.

12 Nisan 2012 Perşembe

toparlanma

ameliyat iyi geçti, Umut toparlanmaya çalışıyor, tabii ki bizde, daha ne kadar hastanedeyiz bilmiyorum ama kahkahalarla ortalığı çınlatmadan "git" deseler bile gitmeyeceğim.

10 Nisan 2012 Salı

durum güncellemesi

Henüz ameliyat gerçekleşmedi, bugün veya yarın deniyor, majör bir problem yok, en uygun an bekleniyor.


Oğlan iyi, hemşire kovalamaca gibi oyunlar türetmiş, ben her zaman yanında olamıyorum, haftasonu ve mesai saatleri dışında hastanedeyim, gece 12den sonra evde 5’e kadar işteyim. Tüm kadro vardiyalı olarak Umut’un başındayız. Çok iyi bakılıyor, tüm doktorlar başında, istediği yemekler pişiriliyor, sevdiği meyve suları sıkılıyor, çağırdığında hemşire ablalar oyun için dahi olsa koşup geliyorlar.

Tüm merak edenlere, arayıp soranlara teşekkürlerle, sevgilerle…

6 Nisan 2012 Cuma

hop hop



Ameliyat pazartesiye alındı, şimdilik her şey yolunda.  Yatağa sabit yatıyor ama kıpır kıpır. Çok kısa aralıklarla kucağa alınabiliyor. Tekerlekli sandalye ile dolaşma iznimiz var, cesaretimiz yok. Dün öğretmenleri gitarla geldiler. Umut o kadar heyecanlandı o kadar bağırdı ki hemşireler odaya doluştu. Hatta sakinleşsin biraz diye bir ara odayı boşalttırdılar.  Çığlık çığlığa şarkı söyledi, yatakta bir o yana bir bu yana hopladı. Ben de ağzımda kocaman bir gülüş, gözümde yaşlarla tavşanımı seyrettim.

5 Nisan 2012 Perşembe

şant disfonksiyonu

… ağrı, sancı, uyuyamama hali, endişe, korku, doktorlara telefon, ultrason, şant tıkanması, acaba mikrop var mı, yok gibi, test sonuçlarını bekle, ağrı, sancı, gözyaşı, eve git, hastanede yatak yok, ya bir şey olursa, genel durum iyi, test sonucu belirsiz, mikrop var gibi ama yok gibi de, eee ne yapıyoruz, bu hastane pahalı, kaç gün kalacağımız belli değil ama uzun kalacağımız kesin, SGK geçmiyor, Göztepe Şafak Hastanesinde geçiyormuş, doktorumuz yönlendirdi, yatış işlemleri, hemen ameliyat, çocuk rahatlasın, ameliyat, endişe, korku, hastane odası, sıcak, umut ayıldı, iyi, sadece gaz var, aman torbaya dikkat, gazlar çıktı, yemek yiyebiliyor, gülümsedi, iyi şimdi, mikrop yokmuş, sonuçlar temiz, aman annemin haberi olmasın, iyiyiz çok şükür, ne oluyor, niye sıkıntılı bu akşam, gaz mı, torbaya hiç su akmıyor, tıkandı mı, gece saat 3, doktoru arayın, hayır iyi değil, gözyaşı, sancı, tıkandı diyorum, çok ağrısı var, niye kimse inanmıyor, tamam kuşum geçecek, tomografi, normal mi?, hayır bence değil, doktor neden gelmedi, çocuk iyi değil, bu gaz değil, ağrısı var, kıpkırmızı oldu, biri baksın, ağzından salyalar akıyor, nöbet geçiriyor yetişin, koşun, müdahale, yoğun bakım, tüp takılı, kendinde değil, nabzı normale döndü, hayır bir şey olmayacak, iyi olacak, o beni bırakmaz, o benim her şeyim, tıkanmış işte, söyledim size, annelik içgüdüsü, kendine geldi, yanına gireyim, sterilizasyon, aslan oğlum, tüp çıkartıldı, öpücük, gülümsedi, yedirebilir miyim, yanına girebilir miyim, ağbiler var, ablalar var, ilgileniyorlar, yan yatsın rahat eder, sıçrıyor, uyuyamıyor, ne yedireyim, kapıdayım, mikrop kapmasın, odaya gelebilir mi, uyuyamıyorum, aman annem duymasın, umutsuz gece, umutun hastane yatağında, odaya getirildi, iyi, gülüyor, yemek yemeye başladı, aman kafaya dikkat, oturtmayın hep yatacak, mikrop yokmuş, yeni sonuçlar da temiz, şükür, neden tıkandı, ultrason, tomografi, yeni şant için ameliyat ne zaman, dua, hastane odası, sıcak…




22 Mart 2012 Perşembe

dolu dolu haftasonu

Cumartesi


Saat 11:00 tiyatroyadayız korku, heyecan, neşe bir arada
Saat 13:00 akadlardayız. Refleksoloji seansı. Umut Pravin’e şirinlik yapıyor. Pravin Umut’u her gördüğünde daha da büyüdüğünü söylüyor. Ameliyat sonrasına göre karnının çok daha yumuşak olduğunu ve bu yüzden masaj sırasında bağırmadığını söylüyor
Saat 14:00 Yıldız Posta caddesinde Hüsrev’deyiz. Karadeniz tecrübeli Umut mercimek çorbasını yalayıp yutuyor. Her kaşıkta “oooh” diyor. Garsonlar çok özenli. Bir isteğimiz olur diye yanımızda duruyorlar. Neredeyse Umut’a onlar yedirecek.
Saat 16: evdeyiz, topla oynayıp kıkırdıyoruz
Saat 17: Babaanne, hala, kalinkam ve küçük Leyla geliyor. Umut babaanneye bayılıyor. Leyla ile oynamak istiyor, Leyla ne oynayacağını bilemiyor, öyle mi böyle mi derken azıcık koltukta dönmece, azıcık aç kapa, azıcık da Fasulye tutmaca oynuyorlar. Leyla yine Umut ve beni çiziyor.
Saat 21:00 uyku zamanı Umut bitmiş…


Pazar

Saat 11:00 Eski arkadaşlarım Tunca çifti ve güzel gözlü oğulları Tuna bize kahvaltıya geliyorlar. Hava çok güzel, Umut keyifli, Tuna halinden memnun, biz büyükler huzurluyuz.
Saat 14:00 bahçede scooter zamanı. Yazdan beri ilk defa biniyoruz. Umut hemen gaz veriyor “ınnn, ınnnn”
Saat 17:00 ofisten kızlar geliyor. Hepsi birbirinden güzel 6 abla. Umut mest. Hangisine baksa şaşırıyor. Hangisine göz kırpsa, öpücük verse, saçını sevse? İçi taşıyor kalkmak istiyor, meğer dans edecekmiş. Kollar ayrı kafa ayrı sallanıyor. “abblaaa bak!” kızların arasında bir de yakışıklı Çınar bebek var. Hiç sesi çıkmadığı için Umut rahat. Oh keşke tüm bebekler Çınar gibi olsa!
Saat 20:00 uyku zamanı Umut ayakta uyumuş…

İşte bunu seviyorum; dolu dolu, güneşli, bol kahkahalı, huzurlu haftasonlarını!

20 Mart 2012 Salı

tiyatrooo

Çok sevinçliyiz, tiyatroya gidiyoruz. Geçen haftalarda öğretmeninden gelen not üzerine programı yapmışız. Notta Umut’un okula gelen kukla tiyatrosunu çok sevdiği ve en çok eğlenen çocuklardan biri olduğu yazılıydı. Bir an önce müzikli danslı bir oyuna götürün Umut’u diye de belirtilmişti. Söz dinleriz biz, her zaman…

Kültür Merkezi evimize yürüyerek sadece 3dk olduğundan oyunun başlamasına 10dk kala evden çıkıyoruz. Umut tekerlekli sandalyesinde, keyfi yerinde. “tiyatroya gidiyoruzzz” deyince ben, “ya.ya” diye bağırıyor. Kapıdan girince kalabalığı fark ediyorum. “Asansörle 3. Kat” diyorlar. Asansörü beklerken biz suskunlaşıyor Umut. Herkes ona bakıyor, o asansörün kapısına. 3. Kata geldiğimizde insan seli ile karşılaşıyoruz. Ben Umut’u salona nasıl sokacağım, tekerlekli sandalyeyi nasıl geçireceğim diye düşünürken, bir görevli sandalyesiyle beraber Umut’u tuttuğu gibi havalandırıyor ve salona sokuyor, en ön sıraya getirip bırakıyor. Önce yan yana oturuyoruz. Sonra bakıyorum dudaklar sarkmış, el heyecandan kasılmış, kucağıma alıyorum. Gürültü var, müzik sesi çok yüksek, çok kalabalık … “bak diyorum birazdan buraya ağabeyler, ablalar çıkacak, oyun oynayacaklar, biz seyredeceğiz, çok eğleneceğiz” , “tamam” diyor, buraya kadar tamam “herkes alkışlayacak” bu tamam değil işte. Alkış kelimesini duyunca kolumu sıkıyor korkudan “biz de alkışlayacağız” diyorum. Işıklar kapanınca bir çığlık atıyor, sevmiyoruz birden karanlıkta kalmayı. Herkes bağırdığı için Umut’un çığlığı arada kaynıyor. Yanımda oturan kadın, dönüp Umut’un saçını okşayınca bizimki rahatlıyor, “abla” diye kadına şirinlik yapmaya başlıyor. Sahneye oyuncular çıkıyor. Komik kıyafetler giymişler, zavallı bir dekor var. Umut bakmıyor ama dinliyor. Kafasını bana yaslıyor, her an tetikte. Sahnedeki kadın oyuncu “ben şimdi kedi olacağım” diyor. Umut “ abla miyavvvv” diye bağırıyor. Sahnedeki erkek oyuncu “ben şimdi köpek olacağım” diyor, bizimki “abii hav hav” diyor. Dinliyor, gülüyor. Sahne aralarında ışıklar sönünce ağlıyor, yanınca susuyor. Işıklarda inadına yanıp sönme moduna getiriliyor, disko gibi oluyor ortalık, bir de müziği köklüyorlar iyice, bizimki avaz avaz. Çıkartsam mı acaba dışarı diye düşünüyor sonra vazgeçiyorum, tek başıma bu kalabalık salonda yapabileceğim iş değil. Benim de sabretmem gerek.
İyi ki sabrediyorum, çünkü sonlara doğru iyice alışıyor bizimki. Kafayı sallıyor, gülüyor, laf atıyor.
Birden ben daha ne olduğunu anlamadan bitiyor oyun. Aaa ne güzelmiş ya çocuk oyunu ya, hemencecik bitiyormuş.
Montunu giydirirken salon boşalıyor. Birden yanımızda 3-4 kadın beliriyor çocukları ile beraber. Hepsi ayrı ayrı “sevebilir miyiz?” diyorlar. Eğilip öpüyorlar, çocukları ile Umutu elele tutuşturuyorlar. “Yardım edelim” diyorlar, “beraber bindirelim asansöre.” Seviniyorum, hem de çok. Biz her cumartesi geliriz buraya yahu, hem de evimize yürüyerek sadece 3dk.  Oyunun adı neydi sahi?



13 Mart 2012 Salı

taşınıyoruz

Bir kaç gündür ilk evimizi düşünüyorum. Ben 4-5 yaşlarındayken başka bir eve taşınmışız. Hatırlamaya çalışırken, mutfağı, yatak odasını , salonu, eşyaların rengini, desenini, uyuya kalıyorum. Sonra başlıyor rüyalar, odadan odaya, pencereden, bahçeye... Hangisi gerçek, hangisi rüya karıştırıyorum uyandığımda.

Annemle konuştuk dün, eve dair hatırladıklarımı anlattım, şaşırdı.
Bu ay sonunda taşınıyoruz biz de. Bakalım Umut ne kadarını hatırlayacak bu evin. Ne kadar güzel olduğunu, kocaman pencerelerini, kocaman bahçemizi, etraftaki çiçekleri hatırlayacak mı acaba? Evin ve bahçenin her köşesini biliyor, her geçeni de tanıyor zira.
Yeni bir yere geçmenin, huzurlu ve sıcak bir yuva kurabilmenin heyecanını yaşamaya başlayamadım henüz. Hala ayrılacağımız evin rahatlığından ve getirdiği lüksten kopamıyor düşüncelerim.
Ayrıca yeni yeni insanlar var olacak şimdi, yeni sorular, en baştan anlatmalar başlayacak.
Bakıcımızı uyardım dün. “sana çok iş düşüyor “dedim. “ah ah, vah vah diyenler olacaktır, herkes soru soracaktır. Anlat elbette ama ne kadar mutlu olduğumuzu da anlat, kendimizi şanslı gördüğünüzü de” “tamam” dedi, “ben biliyorum ne yapacağımı merak etmeyin, acıyan falan olursa siz dönün de kendi poponuza acıyın diyeceğim. Dimi Umut?” diye de sordu. Umut sırıtarak“popo” dedi sonra hepimiz güldük, Mühür dahil…

11 Mart 2012 Pazar

tokyo

Japonya bir görsel şölen! Bakmaya doyamıyor insan!

Beni sevmedi, istemedi Japonya, ağlattı bir de üstelik ama ben onu sevdim, yılışık gibi yakasına yapıştım.
11 saatlik uçuşta önce boğazım şişti, sonra ateşim çıktı, muhtemel Umut’tan kaptım hastalığı taa oralara kadar taşıdım. Valizim çıktı ama çek çek kolu çekilmiyor, telefonum var ama çekmiyor. Eve ulaşılmıyor. Çocuğun dikişler alındı mı, öksürüğü bitti mi bilinmiyor. Hapşırmadan duramıyorum, mikrop fobili, maskeli tüm Japonları korkutuyorum. Saat farkı çok, uyuyamıyorum. Odam 12. Katta küçücük bir kutu. Ben içinde yuvarlanan minik bir fare, o ne depremdi öyle! Hava güzel demişlerdi baktığım tüm kanallar, ama sürpriz bir tipi çıkardı karşıma Tokyo. Göz gözü görmedi tüm gün. En sonunda gittiğim bir tapınakta yüzlerce fal çubuğu arasından çektiğim “çok kötü şans”ı ve “sabırlı ol”u okutunca bir Japon’a, sinirlerim daha fazla dayanamadı, bir iki damla yaş fışkırttı.
Yine de sevdim Japonyayı, o pespembe kıyafetli, peruklu kızları, oyuncak bebekten farkı olmayan çocukları, hala kimonoyla dolaşan teyzeleri, saygıyla eğilen insancıkları, tasarım dehalarını, desenli çoraplarını, sakinliklerini, sushisini, zen felsefesini…
Geri dönerken uçakta hastalığım birdenbire geçiverdi, iner inmez telefonum çalıştı, valizim çalışır vaziyette teslim edildi, şansım geri döndü, moralim düzeldi, yüzüm güldü.
Bir dahaki sefere kiraz çiçeği mevsiminde gideceğim, belki o zaman iyi davranır bana Japonya, pembiş pembiş çiçekleriyle…







9 Mart 2012 Cuma

gıcık

Gıcık öğrenci olmuş Umut ben yokken. Hani vardır ya öğretmenin yalakası, hani en önde oturup tüm sorulara parmak kaldıran, hani “birinç!” olan.

Öğretmeni diğerlerini uyarırsa sınıfta benimki de aynı uyarıyı dönüp arkadaşına yapıyormuş, tam kelimelerle değil ama ses tonuyla! Öğretmeni başka bir çocuğa soru sorduğunda benimki hemen patlatıyormuş cevabı. Dur durak bilmiyormuş sıra beklemeden tüm denilenleri yapıyormuş, şarkıysa şarkı, danssa dans!

Gıcık öğrenci Umut, ahaha çok komik yahu!

daha var...

Dün annemin saçlarını kestim ben, oğlumun saçlarını kestiğim aynı makine ile... Sonra uçurdum pencereden dışarı o saçları. Kıyamadım çöpe atmaya, havaya saçtım, belki kuşlar alır yuva yaparlar, içinde bebekler büyütürler diye. Kısacık oldu, bembeyaz… Ne çok yakıştı, ne güzel oldu…

Benden doğan o yüce varlığın adının yanından kovaladığım“kanser” , benim doğduğum o diğer yüce varlığın adının yanında anılıyor bu aralar. Annem kanser… O dev kadın, ikinci kez kanserle savaşıyor.
“Olsun varsın yürüyemesin, olsun varsın konuşamasın, biz onu çok seviyoruz” dediği gibi torunu için, aynı ses tonuyla “olsun varsın saçım olmasın, ben iyileşeceğim” diyor.  Sapasağlam karşımda duruyor.  Kemoterapi aldığı yataktan güler yüzüyle poz poz fotograf çektirip mesaj atıyor.  İlaçlar bitince çıkacağımız tatili planlıyor.
Hep umut yazdım ben bu blogda yine umutla devam edeceğim.
Annem bu sefer de galip gelecek. Umut anneannesine her akşam telefon açacak, görünce sevinçten havalara fırlayacak. Annem hep yanımda olacak.
İlk seferinde, ameliyata girerken ona demiştim ki “dur bakalım, çok işimiz var, daha Umut’u büyüteceğiz” , şimdi de “işimiz bitti sanıyorsan yanılıyorsun!” diyorum. Oğlan daha büyümedi, daha yapacak çok iş var …





25 Şubat 2012 Cumartesi

iş seyahati

Japonya'ya kadar gidip geliyorum :)

gülün dikeni

Ameliyattan önce boğazı biraz kırmızı demişlerdi de önemsememiştik. Ameliyat sonrası 2 gün evde dinlendirip üçüncü gün okula yolladık.  Nazlanmış, şaşırmış biraz ama iyi geçmiş günü.  Pazartesi öğlende ise okuldan bir telefon gelmiş Umut ateşlendi diye.  Baba kaptığı gibi ameliyatın olduğu hastaneye götürmüş, bakmışlar, testler yapmışlar, ameliyat kaynaklı mı değil mi diye.  "Viral" demiş doktor, bir şey yapmanıza gerek yok, sadece ateş düşürücü yeterli.
Eve geldiğimde haber veriyorlar bana, korkmama fırsat kalmadan Umut'un kahkahasını duyuyorum içerden, keyfi yerinde.  Ertesi gün öğreniyoruz ki tüm sınıf hasta, öğretmeni bile.
Bir kaç gün sürüyor ateş, sonra geliyor burun akıntısı. Kafada boyunda göbekte dikişler varken öksüremiyor bile. Ama gülüyor çok şükür, kıkır kıkır
Sonunda bugün kaptığım gibi götürüyorum yakın bir hastaneye. Aldım antibiyotiğimi rahatladım. Umutta, babasıda hatta kedimiz Mühür'de...
Gülün dikeni de bu olsa gerek. Yani okulun hastalık derdi

21 Şubat 2012 Salı

keşke

Keşke şifacı olsam, ellerimle şifa dağıtsam.
Hemen, olabilirse şimdi, olamazsa yarın sabah uyandığımda içime enerjiler dolsa, onları hastalara akıtabilsem, ellerimi hasta vucutlara dayasam, elimin altında hissetsem o kitleleri,  nerede olduklarını bilsem, sonra gözlerimi kapatıp güzel şeyler düşünsem,  ilk evimizi, bana alınan boyum kadar oyuncak bebeği, annemle sokakta yürürken elimi elinin içinde yavaşça sıkmasını, bana diktiği elbiseleri, çizdiğim ilk elbiseyi,  eşimi ilk gördüğüm günü, Umut'un ilk gülümsemesini, kahkahasını, bana sarılmasını, adım attığı anı,  teninin yumuşaklığını,  kedimizin güneşte gerinmesini,  bahçemizi düşünsem ve içimdeki enerjiyi o vucuda aktarsam. O kitleleri yok etsem, iyileştirsem, o anda, hemen oracıkta...
Bu güç ben de olsa, ah keşke olsa....

uzaylı


"gel bakayım buraya sen neden böylesin?" demiş çocuk  "çok çirkinsin, uzaylı mısın?  Bir daha karşıma çıkma sakın!"  diye de eklemiş.  Bunu söyleyen bir ilkokul son sınıf öğrencisi, işitense ilkokul birinci .
Ufaklığın   yarı yarıya inik bir göz kapağı,  kendine has bir güzelliği, muhteşem  bir sevimliliği var, kocaman da bir kalbi...
Kalbini kırmışlar, üzmüşler..  O yaştaki kız çocuğu  için ağır sözler bunlar, hazmetmesi,  cevaplaması zor sorular. Ağlamış "ben niye böyleyim?" diye sormuş akşam annesine.
Anlattılar bana da  "bazı çocuklar çok acımasız" diye.  Evet doğru ama bunlar hayatta hep var, hep de var olacak.  Asıl önemli olan bu sözleri tek bir hamle ile geri çevirmeyi başarabilmek. Yıllar geçmeden, o kalp kırılmaktan ezilip büzülmeden karşı atağı öğretmek gerek.
Çok film seyrederdim  ben, baştan sona aklımda kalmadılar  ama bazı sahneler kazındı  kafama. Şu meşhur Cyrano de Bergerac karakterinin burnu hakkında laf edenlere verdiği cevaplar beni büyülemişti.  Hala da hatırladıkça gülümserim. O kadar çok burnuyla alakalı alay cümlesi sarfetmişti ki karşısındaki sersemleyip kaçıvermişti.
 Öncelikle insanın kendi kendi ile dalga geçebilmesi bence en büyük savunma silahı. Karşı tarafa hem hayatı fazla ciddi almadığını, hem dalga geçilecek unsuru hiç iplemediğini gösterir, hem de söylenebilecek tüm alay cümlelerini tüketir ki söyleyecek  bir şey kalmaz.
Akılla halledilmeyecek hiç bir şey yok.  O ufaklık bir an önce "sen neden böylesin?" diye soranlara "ben uzaylıyım" diyerek kahkaha atmayı öğretmek gerek.
Gül, geç! Bu aralar tek yaptığım bu zaten....

19 Şubat 2012 Pazar

iz

 Sol yanında şakaktan başlayıp kulak arkasına inen ameliyat izi görünüyor artık. Saçlarını traş ettik. Neredeyse 5 senedir bizimle yaşayan Umut'un her şeyini bilen bakıcı ablası bile irkildi görünce. "Böyle  olduğunu bilmiyordum" dedi.  Fizyoterapist abisi şaşırdı kaldı. Bol bol fotografını çekti. "arkadaşlar siz ne kadar büyük bir şey yaşamışsınız" dedi "hala nasıl bu kadar normalsiniz?"
Normal miyiz? Bilmiyorum ki...

15 Şubat 2012 Çarşamba

yonca tokbaş

Yonca Tokbaş'ı okuyorum, Hürriyet yazarlarından.  Çok samimi çok doğal geliyor yazdıkları.  Kısa ve net. Üstelik bir gönül borcum var ona. Umut'un okulunun haberini de o yazmıştı. Bugün de şahane bir yazısını okudum Serina vasıtasıyla. Oğlunun devam ettiği okulda bir günü yazmış, çok da güzel yazmış.
paylaşmak istedim. Teşekkürler Yonca, böyle yazılar yazdığın için, bizleri aydınlattığın için, iyi ki varsın;
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19876824.asp

14 Şubat 2012 Salı

hayata kaldığı yerden devam

Cuma günü üstümde annemin aldığı asık surat resmi olan t-shirt, iş yerindeyim. Umut babasıyla hastanede. Ertesi gün yapılacak ameliyat öncesi kan testleri ve değerlendirmeler yapılıyor. İçim sıkışıyor. saatler sonra haber geliyor, boğazdaki pembelik dışında bir problem yokmuş. Kendi doktorumuzu arıyorum " Umut'a pembelik koyar mı ya!" diyor "hem erkek adamda pembelik mi olurmuş?" gülüyoruz. Ameliyata hazırız.
Öğleden sonra annem arıyor, yaptırdığı testlerin sonucunu bana fakslıyor, buz kesiyorum, yazılanları anlamıyorum ama hissediyorum, ah annem!
Eve gider gitmez t-shirtü çıkartıp yırtıyorum. Sanki annemle ilgili aldığım kötü haberin sorumlusu oymuş gibi.
Düşünmemek için hızla valiz hazırlıyorum, benim Umutun, eşimin kıyafetleri, ilaçlar,  yiyecekler, MR filmleri, ufak bir kettle, kahve, şeker, karton bardaklar...Ve en önemlisi Umut'un şantına ameliyatta  takılacak olan parçayı yerleştiriyorum, bundan sonra içinde yaşayacağı bedenin ne kadar şahane olduğunu anlatarak, özenle,  siyah bir naylon torbanın içine...
Cumartesi sabah 5'te uyanıyoruz, 6 da hasta yatışın önündeyiz.  Bir sürü aile gelmiş, ufacık çocuklar, hepsi ameliyata alınacak sırayla..saat 11 de alıyorlar Umut'u. Yanaklarına öpücükler konduruyorum, babası yanında ameliyathaneye iniyorlar. Dualar ediyorum oğlum için, annem için, hepimiz için.
2 gibi getiriyorlar odaya. Kafasının yarısında saç var, diğer yarısında yok, kazımışlar, beyaz sargı bezleri ile sarmalamışlar, bir de beyaz file geçirmişler.  Çizgi film karakteri gibi olmuş,  "meşe palamutu" diyorum, eşim "imam efendi" diyor, gülüyoruz. Kafada 2 , boyunda 1, göbekte 1 kesik. Elimize çıkan parçayı küçük bir kavanoz içinde tutuşturuyorlar, kireçten boğum boğum olmuş, yine de 8 sene çok iyi dayanmış, kopmamış, tıkanmamış, idare etmiş.
Ağlamıyor, hatta konuşmaya çalışıyor, "al" diyor. Kucaklıyorum sıkıca, saatlerce beraber oturuyoruz, sakin sakin uyuyor, seviniyorum.
Gece anestezinin etkisi geçince ağrılar başlıyor, yine de ağlamıyor. Karın zarı kesildiği için yemek vermiyorlar.  Gaz sancıları gelince kasıyor kendini, sıkıyor, kıpkırmızı yapıyor, ter boşalıyor, kusuyor. Sonra kapatıyor, kendini adeta bayılıyor. Uyumuyoruz çünkü saat başı aynı şey tekrar ediyor. aklıma bin türlü şey geliyor. Eski korkular bir bir uyanıyor, kafamın içinde dolanmaya başlıyor.  Panikliyorum. Hemşireleri panikletmeyi de beceriyorum, nöbetçi doktorları ayağa kaldırıyorum. sabah olup da vizite  geldiklerinde içimdekileri kusuyorum adama.  Susturuyor beni, "aklınıza getirmeyin bunları, biz dr. olarak ağzımıza bile almayız bu söylediklerinizi, sakin olun" diyor.
Tüm pazar uyuyor Umut. sadece anneannesi geldiğinde açıyor gözlerini, "öp" diyor.  Annem ağlıyor, ben ağlıyorum. Ah annem!
Pazartesi neşeyle açıyor gözlerini, sanki hiç bir şey olmamış gibi, şarkı söylemeye, kahkahalar atmaya başlıyor. O kadar şaşırıyorum ki kattaki tüm hemşireleri çağırıyorum "Umut iyileşti" diye. Tekerlekli sandalyesine bindirip gezdiriyoruz koridorda. 3 gün sonra yemek yemeye başlıyor.
Salı sabahtan taburcu ediliyoruz. Doktorumuz "hadi, hayata kaldığı yerden devam" diyor. Tamam, söz dinleriz biz, yola devam.
Ama önce birazcık uyumam gerek.
(fotograf : Murat Germen)

10 Şubat 2012 Cuma

hürriyet cumartesi

istiyorum ki annem Pınar'la tanışsın.  İstiyorum ki görsün mutlu bir CP'li büyüyünce nasıl olur, istiyorum ki Umut için de Pınar'ı kafasında örnek alsın. Ben öyle yapıyorum çünkü...
Alternatif anne dergsinde yayınlanan Pınar'ın röpt.ından çok etkilenen Sibel Arna Pınar'la bir röpt. yapmış. Yarın Hürriyet Cumartesi ekinde çıkacakmış.  Bir yazar daha aydınlanmış.  Darısı Ayşe Arman'ın başınaymış .   Heyecanla bekliyorum.
Annem de bu hafta sonu bu sayede tanışır Pınar'la.
http://www.hurriyet.com.tr/cumartesi/19893205.asp 

9 Şubat 2012 Perşembe

çocuk gösterisi

Rahat bir akşam. Oğlan çoktan uyumuş, eşim dışarıda, mühür koltuğun tepesinde, ben televizyon karşısında… Kanaldan kanala atlıyorum, ikizler burcuyum, meraklıyım, nerede ne var anında görmeliyim.
 Beyaz Show çıkıyor karşıma, çocuklar var sahnede, dans ediyorlar, Kıvılcımlar bunlar, Anadolu Ateşi’nin minikleri…

Sorular uçuşmaya başlıyor zihnimde;
"Bu saatte canlı yayında ne işi var bu çocukların" diyorum.
Kıyafetlerin, makyajların bir acınası durumuna bakıyorum
Gösteri dünyasında çocuk çalıştırmanın yasak olması gerektiğini düşünüyorum
Meşhur olma sevdasının 7-8li yaşlara düşürülmesinin doğuracağı sonuçları düşünüyorum
İlle de dansçı olacaklarsa niye konservatuara gönderilmediklerini düşünüyorum
Tüm bu düşüncelerin arasında gözümden yaşların indiğini fark edip şaşırıyorum
"Niye?" diyorum "niye ağlıyorum?"
Sonra fark ediyorum ki o anda ekranda erkek çocuklar var ve hepsi Umut yaşında.
Kalbim bana oyun oynuyor, beynim başka şey düşünürken kalbim çocukları Umut’la kıyaslıyor, dans edişlerine bakıyor, vucutlarına ne kadar hakim olduklarına, ellerine, kollarına... Beni ağlatıyor! Yaramazlık yapıyor!  Engel olamıyorum!

6 Şubat 2012 Pazartesi

sakat

Şu "sakat" kelimesine alışamadım.  Küfür gibi, aşağılama gibi, hor görme gibi...  bana çağrıştırdığı bunlar, ama Pınar mesela "sakat" kelimesiyle barışık,  kavram olarak kullanan da çok var. Ben henüz oralara gelmedim, daha çalışmadım.
Umut yaşlarda bir çocuk yanıma geldi dün. Ben tekerlekli sandalyeyi itiyorum, Umut keyifle şarkı söylüyordu. Bir cafeden çıkıyorduk. Umut orada bulunduğumuz an boyunca hep desteğimle yürüdü, garsonlarla oynaştı, o çocuk da oradaydı, bir an bile dönüp bakmadı. Yanından geçtik, ilgilenmedi, ne zamanki Umut'u tekerlekli sandalyeye oturttuk fal taşı gibi açılmış gözlerle bizi izledi, merak etti. Sonunda tam kapıdan çıkarken yanımıza geldi.
"bir şey soracağım, çocuk sakat mı?" dedi. Yutkundum. Hep bu ilk an provalarını yapıyorum, bloga yazıyorum, arkadaşlarıma anlatıyorum ama şimdiye dek "sakat mı?" diye soran olmamıştı. 
Küçücük bir an gözlerim çocuğun anne babasını aradı, çocuklarının sorduğu soruyu duysunlar istedim, göremedim.
"öyle denmez ama evet " dedim,   çocuğun gözünün içine bile bakamadan hızla uzaklaştım oradan. Sonra gülme tuttu "yetmez ama evet" gibi bir şey söylemişim. Madem "evet" o çocuk sakat işte, ne diye işi çetrefilli hale getiriyorsun?  Alış artık!

1 Şubat 2012 Çarşamba

"ga!" (kar)

anne işe gitmemiş, bahçede kar var, oynayalım o zaman!

kardeş kardeşe

Bu bloga CP'li yetişkinler yazdı, CP'li anneleri yazdı ama hiç CP'li kardeşi yazmamıştı. Geçen hafta bir mail aldım Şerife'den. Blog'u beğendiğini özellikle dr'un Umut'a "elektrik mühendisi olamayacağını" söylemesinden etkilendiğini çünkü 3 kardeş olduklarını en küçük kardeşin CPli kendisinin ve diğer kardeşinin de elektrik mühendisi olduğunu yazmış.
Şerife'de benden. Kardeşini ailenin şansı, gözbebeği, güzelliği olarak tanımlıyor. Bulmuşken soru üzerine soru yolluyorum kendisine, sevinçle cevaplıyor, beni sevindiriyor.
Yazdıkları benim kendimle hesaplaşmamı başlatmama da sebep oluyor bir taraftan. 2. çocuk sorusu tekrar tekrar kafamın içinde dönmeye başlıyor.

 İşte Şerife'nin güzel yazısı;

"Benim için kardeşim Fatoş  bütün hayatımın merkez noktasıdır.  Onu birkaç gün görmeyince veya onunla konuşmayınca o kadar çok özlüyorum ki... Fatoş'un bize sunduğu sevgi saf, katıksız ve karşılıksız, o kadar değerli ki benim için.
Hani evde hiç büyümeyen bir bebek varmış gibi . Öğrendiği her bilgiye, söylediği her söze hala şaşırabiliyor ve mutlu oluyoruz.  Aslında evde o mutluyken herkes mutlu, o hastayken herkes hasta, o üzgünken herkes üzgün.  Sadece benim için değil bütün ailem için (hala,dayı, teyze, kuzenler..) dünyanın merkezi Fatoş.
Bizim ailemizde herşey, her zaman Fatoş'a odaklı yapılır ve o hep önceliklidir. Annem ve babam herşeyi Fatoş'a göre düşünüp planlarlar.  Hani bazı kardeşlerin bu sevgiyi kıskandığı söylenir , bizde tam tersidir.  Çünkü biz de Fatoş'u anne ve babamızdan daha çok seviyoruz, bu nedenle onların sevgi ve alakası hiç bir zaman bizi kıskandırmadı veya üzmedi.
Fatoş şuanda 23 yaşında. Yürüyemediği için ancak annem ve babam hareket ettirebiliyor. Yaklaşık yirmi yıldır rehabilitasyon merkezine gidiyoruz hem fizik tedavi hem de eğitim dersleri alıyor.  Tabii haftanın iki günü merkeze gidiliyor,onun dışında hergün günde iki defa belirli fizik tedavi hareketleri var, bu hareketleri annem yaptırıyor.
Aslında herkes kendinde olanın bir üstünü istiyor sanırım.  Bizde o kadar isterdik ki kardeşim yürüyebilsin, gittiğimiz heryere onu da götürebilelim.  Gördüğümüz bütün güzellikleri onunla paylaşabilelim.  Tabii ki tekerlekli sandalyesiyle hava koşulları müsait olduğu sürece mahalemizde geziyoruz veya belli günler gezmeye çıkıyoruz ama yürüyebilse çok daha farklı olacağını düşünüyorum. Buna karşılık Fatoş sakin bir çocuk çok sevgi dolu ve bütün isteklerini veya ihtiyaçlarını dile getirebiliyor çoğuna görede bu bizim şansımız sanırım.
İlerisi için ortanca kardeşim ve ben olduğum sürece (her ikimiz de çalıştığımızdan ve ekonomik bağımsızlığımız olduğundan) Fatoş konusunda hiç kaygılanmadığımızı söyleyebilirim. Yeter ki O hep hayatımızda olsun, hep bizimle olsun, bu bize yeter.  Bir şekilde bütün engelleri aşacağımıza inanıyorum.
Bazı annelerin (annemin rehabilitasyon merkezinde tanışıp görüştüğü) ailelerinin çocuklarını kabullenmediği ve ortamlarda istemediği şeklinde yorumlarına tanık olduk.  Ben ve kendi geniş ailem , mahalledeki komşularıımız ve tanıdıklarımız için bunun kesinlikle söz konusu bile olmadığını söyleyebilirim.  Komşularımızda dahil herkes öncelikli olarak onu sorarlar hep bize.  Aslında biz Fatoş'u okadar çok seviyoruz ve o kadar çok bizim hayatımızın içinde ki başkalarının farklı bir duyguya kapılmasına engel oluyoruz gibi geliyor.

Tabii dışarıda gezdiğimizde farklı bakışlar olabiliyor bazen , ona da alıştık artık.  Dediğim gibi biz o kadar rahatız ki insanlara da o duyguyu yaymaya çalışıyoruz.

Daha önce de size söylediğim gibi böyle bir SEVGİ'ye sahip olduğumuz için çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Umarım onlar hep hayatımızda olurlar o sonsuz sevgileriyle..."

27 Ocak 2012 Cuma

kemo barbie


MSÜ giriş salonunda bir sergi.  Resim sergisi .  Adı "benim barbilerim"  Sergi sahibi benim.  Yıl sonu projelerimden biri, öğrencilik zamanım. Eski hikaye...
Sergiyi gezenler yüzlerini buruşturuyor, iç çekiyor, çabuk adımlarla geziyor ama belli ki bakmadan da edemiyor, kaçıp gitmiyor.
O zamanlar ironiyi seviyorum. İnsanları rahatsız ederek dikkatlerini çekmeyi, görmek istemedikleri şeyleri gözlerine sokmak hoşuma gidiyor. Kendimi sanatçı zannediyorum, bir uslubum var sanıyorum.  Kendimce kara mizah yapıyorum. Gotik eserler seyrediyorum, hayatın siyah yönüyle ilgileniyorum.
Sergide dikkat çekmeye çalıştığım şey hayatın görülmeyen yüzü.  Çevre kirliliği, radyasyon, hatalar, kazalar ve  hastalıklar dolayısıyla sakat olan çocuklar için hazırlanmış olan oyuncak bebeklerin resimlerini sergiliyorum.  Resimleri ben yaptım. Daha doğrusu o zamanlar sevgilim şimdi kocam olan Murat'la beraber bilgisayar başında uğraşarak gerçekleştirdik. Bebeklerin kiminin kolu yok, kiminin gözü, kimi iki kafalı, kimi siyam ikizi, kimi yaralı bereli.  Demek istiyorum ki "aslında böyle hayatlar var, böyle insanlar hatta çocuklar mevcut. Görmezden gelemeyiz."  Çünkü oyuncak olarak ideal kadın örneği olarak dayatılan Barbie'ye uyuz oluyorum.  Çünkü çocukların Barbie'ye dönüşmesini istemiyorum."  Bakın" diyorum "bakın bunlar da benim insanlarım, yani benim Barbie'lerim"
Geçer not alıyorum.
Sonrasında asıl ironiyi evren yapıyor bana.  Eşimle beraber yaptığımız proje seneler sonra gerçek oluveriyor.  Hem de yine ikimizin ortak projesi olarak.  Kendimi bu işe iyice kaptırdığımın, inandığımın, adadığımın bir göstergesi diye adlandırabiliyorum. 
Zamanla sinir olduğum Barbie'lerin de yola geldiğini farkediyorum. İdeal insan ölçüsünü korusalarda farklılıkları da konu edinmeye başlıyorlar. Gözlülüsü, zencisi, asyalısı derken, tekerlekli sandalyede Barbie'yi ve şimdide saçları olmayan kemoterapi gören Barbie'yi piyasaya sürdüklerini öğreniyorum.  Bunlar niş ürünler ama bir o kadar da gerekliler.
Artık eskisi kadar uyuz olmuyorum, azıcık belleri de kalınlaşsa sevebilirim bile...

25 Ocak 2012 Çarşamba

ipli sakız

Ameliyat ipini  nereden bulacağım ben şimdi? Umut'un doktoruna sorsam verir mi acaba 50cm kadarcık, yoksa boğar mı beni o iple?
Sakız çiğneteceğim de bizim oğlana, ödevimiz var.  Önce ben çiğneyip yumuşatacağım, sonra ortasından ipi bağlayıp dişlerinin arasına sıkıştıracağım. Sonra yavaş yavaş çenesini alttan ittirip çiğneteceğim, yutar gibi olursa da ipi çekeceğim.
Düşündükçe komik geliyor görüntü ama dişlerin ne işe yaradığını anlaması için iyi bir egzersiz olduğunu söylediler. Denemekten zarar gelmez, ipimiz sağlam olduktan sonra...
Diş ipi kullansam olur mu acaba?

23 Ocak 2012 Pazartesi

soru

5 yaşındasın. Herşeyi aynı anda görmeye, anlamaya ve  tanımaya çalışıyorsun. Herşeyi soruyorsun, herkese soruyorsun.. Neden? Neden? Neden?  Annen sabırla cevap veriyor, yorulunca geçiştiriyor farkındasın ama yılmıyorsun, çünkü O herşeyi biliyor sanıyorsun.
Yine bir gün annenle beraber yolda yürürken karşına annesi ile beraber sen yaşlarda bir çocuk çıkıyor. Şaşırıyorsun çünkü bu çocuk senin binmeyi çoktan bıraktığın ve bebek olmanın bir ifadesi olan pusette oturuyor. "Çocuk pusete sadece bebeklerin bindiğini bilmiyor mu?" diye düşünüyorsun, "hem görüntüsü de farklı biraz. Neden acaba?" diye merak ediyorsun.
Hemen parmağını uzatıp olanca sesinle "Neden bu çocuk pusete biniyor?" diyorsun. Annen telaşla parmağını indirip, sorunu duymamazlıktan gelerek seni hızla çekiştirerek oradan uzaklaştırmaya çalışıyor.  Annen çocuğun annesine çok ayıp ettiğinizi düşünüyor.  Sana ne cevap verebileceğini bilmediğinden ne çocuğa ne de annesine bakıyor, seni duymamazlıktan, onları görmemezlikten geliyor.  Annendeki tedirginliği farkediyorsun ve soruna cevap alamıyorsun. Ortada garip bir durum var diye düşünüp negatif kodlanıyorsun.
Oysa karşınızdaki çocuğun annesi yok sayılmaktan çok sıkılmış. Günün birinde böyle davranılmasını "normal" karşılamaktan da korkuyor üstelik. Daha yolun başındayken mücadele etmek istiyor. Çocuğun annesi konuşmak istiyor. Diğer annelerle gözgöze gelip gülümsemek istiyor.
Annen bunları bilmiyor, tahmin bile etmiyor, çünkü ona da kimse öğretmemiş, anlatmamış, hiç engelli arkadaşı da olmamış. Halbuki biraz empati kurabilse sen sorunu sorunca "gel tanışalım arkadaşla" der seni çocuğun yanına götürür, annesine selam verir, önce seni tanıtır, sonra çocuğun adını sorar.  Böylece hayatında ilk defa engelli bir arkadaşın olur. O zaman sorunun cevabını belki çocuğun annesi, belki de çocuğun kendisi verir. Bir daha karşına engelli bir çocuk çıktığında aklına arkadaşın gelir ve aranızda aslında bir iki organı kullanamamak dışında bir fark olmadığını ve aslında bunun da hiç önemli olmadığını hatırlarsın.
Ama ne yazık ki annen seni oradan çekiştirerek götürdüğü için bu şansı kaçırıyorsun.
 Hızla büyüyeceksin ve zamanla "engelli" olmanın ne olduğunu öğreneceksin. Ama engelli tanıdığın hiç kımse olmadığından ve bilgilerin de doğu kültürünün, kaçınılmaz arabesk tınısına sahip olaağından, kafanda sakat olmakla acınacak durumda olmayı bağdaştıracaksın.  Ne yazık ki!

mia posta

miaposta.com'da "pradonbakarmsnz" haftanın blog'u seçilmiş. Ne güzel!
www.mia-posta.com

20 Ocak 2012 Cuma

oh la la...

Eskiden iş seyehatleri için yurtdışına çıkarken Umut'un minik yastıklarından birini alır çantama atardım.  Otelde uçakta yastığa sarılır uyurdum.  İşi hastalıklı boyuta vardırmadan,  alışkanlığa dökmeden bu huyumdan vazgeçtim.  Şimdi hayatımızda BBM denen harika mesajlaşma sistemi var.  Hergün eşim Umut'un fotograflarını ve videolarını çekip anında bana yolluyor. Ben de defalarca bakıyorum.
Ben bugün bir kaç dantel kartelası, kumaş kataloğu, mayo modeli görmeye Paris'e fuara gidiyorum.  Oh la la...

19 Ocak 2012 Perşembe

beklemek

Özek'i beklemek... Bazen 2 saat, bazen 4 saat sürer.  Bugün  rekor kırdık, 5 saati buldu bekleyişimiz. Hastanenin çeşitli yerlerinde vakit geçirdik.  Önce kafeteryada oturduk, bir kanser hastası abla, down sendromlu çocuğu olan bir aile, tatlı bir babaanne, bir de tekerlekli sandalyesinde çok hasta bir adamcağız ile beraber çay içtik.   İyice giyinip kapının önüne çıktık. Tüm karidorlarda yürüdük. Bir kaç hastane görevlisi abla "artık yürüyor" dedi. Asansörde bir kaç hasta yakını "canım benim, geçmiş olsun sana" dedi. Görüşmenin olacağı katta batuhan ve ailesi ile tanıştık. 12 yaşındaki ankaralı engelli Batuhan'ın küpesine bayıldık, karşılıklı gülüştük.
Sonunda odaya çağırıldık. Umut benim eşliğimde yavaş yavaş yürüyerek girdi odaya. Göz hizasına gelen masaya yaklaştı ve "nasılsın?" sorusuna "iyi, iyi" diye yanıt verdi. O meşhur  "neler yapabiliyor bakalım?" sorusuna "daha iyi oturuyor, kafasını iyi tutuyor, çok sosyalleşti, çenesi açıldı ve okula başladı" diye yanıt veriyorum. Sonra bacaklarına gözlerine, şantına bakılıyor.  MR görüntülerine bakılırken yine içim boşalıyor, dizlerim titriyor, o tarafa bakamıyorum.
En sonunda konuşmaya başlıyor. "çok iyi gördüm"diyor şaşırıyoruz. Normal değil bu, böyle konuşmaz genelde. "duruşu, bakışı bariz farklı" diyor.  " Okul mu, yaptığınız bir şey mi bilmiyorum ama neyse iyi gelmiş bu çocuğa aynen devam  diyor. "biliyoruz ki Umut Bicioğlu elektrik mühendisi olmayacak ama bu görüşmeden sonra ileride sizin korumacılığınız ve bakıcılığını olmadan kendi ev ortamında yaşayabileceğini düşünüyorum."  ve en son olarak da ekliyor "böyle dedim diye 1 sene boyunca yan gelip yatmayın sakın"
Vay be Özek'ten bunları duymak ne güzel,  elektrik mühendisi olmasını dedesi çok isterdi gerçi ama benim için ne yaparsa yapsın hep mutlu olması yeter.
Bu arada tesisatın (şant) değişmesi gerek, kireçlenmiş!  O bizi terketmeden biz onu terkedelim dedik.

17 Ocak 2012 Salı

kulüp

Taa 96'dan beri biliyorum ben o çifti. Ben o zamanlar tasarım piyasasında zavallı bir asistanken, onlar alanlarında en tepeye yerleşmişlerdi bile   Koşturmacanın, stüdyoların, çekimlerin arasında beni hiç fark etmediler, ben de hiç kendimi fark ettirmedim. Hep uzaktan ama hayranlıkla izledim işlerini, ilişkilerini, kişiliklerini... Hep çok tatlıydılar, hep yanyanaydılar, hep neşeliydiler...Doğaldılar, gerçektiler, ama bir o kadar da bana uzaktılar.
O zamanlar deselerdi bana bir gün karşılıklı oturacaksınız ve her ikisi de CP'li olan oğullarınızdan bahsedeceksiniz ve bunu yaparken kahkahalarla güleceksiniz tabii ki inanmazdım, dinlemezdim bile.
Seneler çok seneler sonra bir gün ortak bir arkadaşımız bizi yüzyüze getirdi, bana "Tibet" onlara "Umut" dedi. Önce karşılıklı bakıştık, sonra sevinçle sırıttık.
Şimdi ara sıra telefonlaşıyoruz, iş icabı da olsa buluşuyoruz, doktor, eğitimci, medikal araç vs konularında birbirimize danışıyoruz. Konuşurken hepimizin gözünden ışıklar saçılıyor, rahatlığımız, hatta olayla dalga geçiyor olmamız etrafımızda olanları şaşırtıyor.
İş güç sayesinde tanışsaydık bu kadar derin olamazdı ilişkimiz,  hatta yüzeyden şöyle bir sıyırır geçerdi büyük ihtimal.  Ama CPli olma, bilme, yaşama kulubü apayrı, hele bir de gülebilecek düzeydeyse bakış açısı, kulüpte hep bir parti havası. Keşke daha da kalabalıklaşsak.
(Fotograf: fabrika photography)

16 Ocak 2012 Pazartesi

MR


"513" nolu müşade odasına alındık yine her zaman olduğu gibi.  4 yatak var bu odada, biz hepsini kullandık ayrı ayrı zamanlarda .  İçeri sedye ile girdiğimizde Umut zaten ayılmıştı ama narkozun sarhoşluğuyla bağırıp çağırmakla meşguldü. İçeride uyumaya çalışan bir kadıncağız, yanında refakatçisi, hoşnutsuzlukla bize baktılar.  Haklılar, meğer boş oda yok diye 3 gündür burada tutuluyorlarmış, gelen giden arasında da uyumaya, iyileşmeye çalışıyorlarmış.
Umut'un yıllık MR kontrolü bu sefer tanıdığımız hastanenin  tanımadığımız  anestezi ekibiyle yapıldı. Tanımadığımız teknisyenler çekimi yaptılar, biz 7 senedir tanıdığımız sandalyelerimizde oturup gazetelerimizi okurken. 
Sedye ile asansöre bindik sonra, içeride başka hastalar, kadınlar adamlar... Umut  her birine tek tek kafasını kaldırıp "abla" , "abi" dedi.  Herkesi güldürdü.  Ara katlardan birinde bir doktor hanım asansöre binip "aaa Umut gelmiş" deyince de ben gülmeye başladım, "sonunda biri çıktı ama onu da ben tanımıyorum" diye...
Sonuç perşembeye...

11 Ocak 2012 Çarşamba

kuşlar

“Sabah kuşların resmini çekecektim ama gitmişler” dedi “o kadar da hazırlanmıştım.”
“ Hazırlanmış mıydın?” diye geçirdim içimden, kaşım gözüm oynayarak,  daha sabahın 7’siydi, gün bile aydınlanmamıştı, 3 gündür Umut boğulurcasına öksürüyordu ve ateşi vardı. Sırayla uyuyorduk, önce eşim, sonra ben, sonra yine eşim. Oğlan salondaki üçlü koltukta konumlanmış, üst üste konmuş yastıklarla destek yapılmış, yanı başında ilaçları, burun temizleme cihazı, ventolin aleti, burun taş gibi, horuldayarak uyumaya çalışıyordu.

3 gündür başka bir şey düşünmüyor, yemek yemeyi unutuyor, ilaç saatlerini sayıyor, “ çay mı, pekmez mi, zencefil mi yoksa deniz kadayıfı mı versem?” diye düşünüyor, bir endişeden diğerine atlıyordum. Eşim hep yanımdaydı, her elimi uzattığımda, bir şey istediğimde, kafamı kaldırdığımda hep hazırdı. Oğlan öksürdükçe O da benim gibi iç çekiyor ama kuşların resmini çekmeyi de düşünebiliyordu. Plan yapıp hazırlanacak, tripot kuracak vakti bulabiliyordu. Bense sadece buna şaşırıyordum.
Farklı bir aile yapımız var bizim. Gelenekselin dışında… Anne çalışıyor, baba evde çocuk bakıyor. Umut doğduğundan beri durum böyle. Kendi seçimimiz. Doktora, rehabilitasyona, fizik tedaviye, okula baba götürüyor, görüşmeleri o yapıyor hayatımıza bir şekilde değen herkes “baba ve oğul”u biliyor, varlıklarını seviyor, bu ikiliye bayılıyor, sohbet muhabbet gırla gidiyor. Bu ilginin beni kıskandırdığı zamanlar çoktur, genelde “Umut’un annesi” veya “Murat Bey’in eşi” siz misiniz diye haif şaşırarak sorarlar Şaşırmanın sebebini hala öğrenemedim. Okullarda diğer veli anneler tarafından “neden siz değil de baba getiriyor çocuğu?” diye sorgulandığım çok olmuştur. Randevu alırken engelli annesine türlü zorluk çıkartılır ama Murat Bey arayınca işler hemen hallolur. Blog yazdığım gazete haberi olunca bir TV kanalı beni bulup, eşimi canlı yayın konuğu yapmak istediğini bile söylemişti “örnek baba” olarak.
Bir psikiyatrist bana demişti ki “engelli çocuk babaları genelde ya fiziki ya da ruhani olarak mekandan ayrılırlar, çok şanslısınız sizinki yanınızda”
Eşimin o anne dolu mekanlarda bazen tek erkek olması ve dikkat çekmesi işte bu kaçan babalar yüzünden. Engelli çocuklarla dolu bir sınıfa girdiğinde “pop star” muamelesi görmesi de… Ne çocuklar, ne eğitmenler ne doktorlar ne de diğer veliler alışkın babalara.
Olması gereken bir şeyi şans olarak nitelendirmiyorum ben, doğru düzgün bir insanın yapması gerekeni yaptı eşim.
Hep benim ve oğlumuzun yanında oldu. Ama kuşları da unutmadı, kahvesini sigarasını hiç ihmal etmedi, bilgisayar oyunlarını hep yanında taşıdı.
Çoğunlukla şaşırdığım ve ağzım açık bakakaldığım bu tip hareketleri sağlam kafayla değerlendirdiğimde “normal” olarak nitelendiriyorum. Zaten bunlar da olmasa evin içinde bir “ben” daha olurdu ki aynı mekanın iki Ayşin’i birden barındırması fiziken ve ruhen mümkün değil, öncelikle Umut’a yazık !





10 Ocak 2012 Salı

taşlar

"Meğer oğlum büyümüşte çocuk olmuş benim haberim yokmuş. Meğer oğlum benim ona çocuk gibi davranmamı istermiş de ben anlamazmışım. Gözümün önündekini görmezmişim.
Doğduğundan beri ıslak mendille elini ağzını silmişim, hem alışkanlık, hem kolaylık olmuş, başka seçenek düşünmemişim. Öğretmeni uyarınca lavabonun önüne bir tabure aldım, üstüne oğlanı çıkarttım.  Sırtını bana dayayarak ayakta duruyor sol elini uzatıp musluğu açıyor elini suya tutup gülüyor, ağzını yıkamak için büyük çaba harcıyor. İnanılmaz eğleniyor, işi bitince yoğun bir çaba ile musluğu kapatıyor.
Doğduğundan beri yatırarak altını ve kıyafetlerini değiştirmişim, hem alışkanlık, hem kolaylık olmuş, başka seçenek düşünmemişim. Öğretmeni uyarınca oturtup sırtını kendime yaslayarak giydirip soydurmaya başladım.  Kollarını kaldırıp, uzatıp çekip bana yardımcı oluyor. Çoraplarını tutmak için öne eğiliyor, bacağını kaldırıyor, çok da zevk alıyor.
En önemlisi kendine güveni artıyor
Daha kimbilir neler neler vardır alışkanlıklarımın arasında kırmam gereken. üçüncü göz olup bana bunları gösterdiği için öğretmenimize çok teşekkür ederiz."
Yukarıdaki yazıyı yazıp daha yayınlama fırsatı bulamadan, oğlum hastalandı. Öyle önemli bir şey değil ama 1 haftaya yakın okula gitmemesine, antibiyotik iğneleri yemesine sebep olacak bol öksürüklü bir rahatsızlıktı. Şimdi iyi ama yukarıda yazdıklarımın hiç birini yapamadık, üçlü koltuktan gece ve gündüz neredeyse hiç kalkmadık, Umut yine bebek oldu, yine elleri bezlerle silindi, kıyafetleri yatırarak değiştirildi, üstelik suyu bile biberonla içirildi.
Elimde artık yeni taşlar var ama ara sıra kayıp parmaklarımın arasından kayıyor, maksat olabildiğince uzun süre o taşları elde tutabilmek.  Taşların hiç kaybolmaması ve gittikçe artması dileği ile...