28 Nisan 2011 Perşembe

gün 24 saat

e gün 24 saat. Bunu istesek de değiştiremeyiz değil mi? Peki ben bizden beklenenleri bir güne nasıl sığdıracağım?
masaj + fizik tedavi 2,5 saat
yüzüstü yatırma 1 saat
emekleme pozisyonunda tutma 1 saat
salıncak egzersizi 30 dk
bacak düşür kaldır egzersizi 30 dk
yürütme 1 saat
dil ve ağız içi egzersizler ve konuşma çalışması 45 dk
mini koltukta dik oturtup sağa sola göz izleme çalışması 30 dk
el egzersizleri 30 dk
 bu çocuk 10 saat uyur. 
Her çocuk gibi kahvaltı, öğle yemeği, ara öğün ve akşam yemeği yer. Öyle çabucak değil, küçük kaşıkla, azar azar, dudaklarını açtırıp kapattırarak, egzersiz yaptırtarak.
e sonra anneanne gelir, dede gelir, komşular gelir kucaktan kucağa gezer.
Sonra dışarı çıkmak ister, en az 2 saat bahçedeki çocukların yanına gitmek ister. ,Zaten haftada 3 gün okulu var, bu yukarıdakilerin bir kısmını burada yapıyorlar ama trafikte geçen vakitte cabası.
e bir de her akşam annesine sarılarak keyif yapmak ister, en 2 saat boynuna yaslar başını, 1 eli anne saçında diğer eli kocaman topuna vurarak şarkılar söyler, müzik dinler.
Anne baba ve abla tüm bunları 1 gün içine sığdırmaya çalışırken kafayı üşütür, herşeyi birbirine karıştırır. Yemek yedirirken el egzersizleri yaptırtır, oyuncakların içine yemekler damlar. Salıncakta sallanırken konuşma çalıştırır.  emekleme pozisyonunda tutarken göz izleme çalışması yaptırtır, herşey birbirine karışırr çorba olur. Yada en fenası veya en güzeli bir haftasonunu sadece beraber gezmeye ayırır ve bunların hiç birini yapmaz.

leyla'nın resmi



Hep "Umut keşke yürüse dimi yenge?" diyor bana küçük kuzen Leyla.  "yenge" demesi çok komik geldiği için ama bu şekilde de seslenmesi hoşuma da gittiğinden, gülmemeye çalışarak yanıtlıyorum "işte bak çalışıyor, biz arkasından tutunca yürüyor"
 "öyle değil" diyor "sen tutmadan yürüse.."
Biliyorum koşup oynamak yataklarda zıplamak istiyor onunla beraber. Bilmem belki bir gün olur tüm bu istekler, bu kadar yürekten dileyince.
Biliyorum asıl konu yürüyebilmesi değil ona gelene kadar daha neler neler var, mesela konuşabilmesi, ellerini benim kadar olmasa da kullanabilmesi, yemeğini çiğneyerek çatalla, kaşıkla kendi başına yiyebilmesi ve de tabii ki tuvalet eğitimi.
Leyla en son bizde kaldığında yukarıdaki resmi çizip buzdolabına asmış.
Umut ve babasını çizmiş. Oğlan ayakta ama ayaklar kırık ve farklı yönlere bakıyor aynı yürümeye çalıştığı zamanlarda olduğu gibi. Ama bir taraftan da gülümsüyor, aynı her zaman olduğu gibi... Çok şükür ki!

25 Nisan 2011 Pazartesi

"me"

Bir doğumgününe davetliydik. 1 yaşına yeni girecek uslu mu uslu bir kız bebek başrolde, adı; Mira. Annesi iş vasıtasıyla tanıştığım sonra kopamadığım, çok sevdiğim bir arkadaşım. “ Akşam 5’ te gelin” dedi bize “saat çok geç, erken gelsek biraz” dedim, “çünkü sizin ev uzak bizimki daha uzak!” “ Olur ama hep akrabalar olacak, sıkılmayın sonra dedi. “Yok “ dedim “ne sıkılacağız?” Öğleden sonra Umut küçük adam kıyafetiyle kucağımızda kapıdan içeri girdik. Baktık salon kalabalık, oğlan inmek ister, bastırdım ayaklarının üzerine kollarından tutarak yürüttüm içeriye. Dizi dizi sıralanmış amcalar, teyzeler, halalar hepsi durdu bize baktı. Oğlan hiç duraksamadan kocaman bi “me” (merhaba) çekti salondakilere. Sonra herkes bir ağızdan “merhaba tatlım, hoşgeldinnnn!” dediler, bizimki anlaşılmış olmanın verdiği mutlulukla çığlık çığlığa içeri girdi. Bir saat içinde tanımadığı insanları kendine “anneanne- dede” edinmiş, kucaktan kucağa transfer oluyor, öpücüklere boğuluyordu. Bizi hiç bilmeyen tanımayan insanların bu derece yakınlık göstermesinin, oğlanı olduğu gibi kabullenip hiçbir soru sormadan sevgi çemberine almalarının iki sebebi vardı aslında.

Birincisi arkadaşımın akrabalarına daha önce defalarca Umut’tan bahsetmiş olması,
İkincisi ise ailede CP’li bir yetişkinin bulunması.
Pınar’ı daha önce arkadaşımdan çok duymuş ama tanışamamıştım.
Davetlilerin arasında Pınar’da vardı, ben yaşlarda, inanılmaz sosyal, esprili, özgüvenli, iş sahibi, aile sahibi , muhteşem biri. Yürüyüşünde, kollarını, ellerini kullanışında farklılık var evet ama asıl farklılık güçlü karakterinde. Şimdilerde çocuk yapmayı planlıyor Pınar, umarım her şey istediği gibi gider!

İşin özeti; İnsanlar bildikleri, tanıdıkları şeyden çekinmiyorlar. Karşısındakini incitirim korkusuyla “yok muamelesi” yapmıyorlar, acıyarak bakmıyorlar, herhangi bir imada bulunmuyorlar aksine takdir edip, göklere çıkartıyorlar.

Ne kadar ortada olursak bizim için de, diğer insanlar için de o kadar iyi!

20 Nisan 2011 Çarşamba

iletişim kurdurmak

Minik birevimiz vardı İstinye'de. Taaa tepelerde. Kocaman bahçeli küçücük odalı. Oğlan 2 yaşına basınca taşındık oradan ve "asla oturmam" dediğim sitelerden birine geldik. Çok da iyi etmişiz ama o ayrı hikaye!
Kiraya verdik şimdi o küçük evi. Haftasonu kiracılarımızla tanışıp sözleşme imzalamaya emlakçımıza gittik. Sabah erken, yanımızda Umut.  Oturduk masaya bekledik gelecek olanları. Yıllardır tanıdığımız emlakçı, bu üçüncü kiraya verşimiz aynı şekilde. Adamcağız puseti taşımaya yardım etti de Umut'u sevmeye cesaret edemedi. Ne yapacağını bilemedi, en kolaya kaçtı "o" orada yokmuş gibi davrandı. Sonra kiracılarımız geldi, onlarda da aynı hikaye. Sanki Umut orada değil, yok. Herşey yarım saatte oldu bitti.  Evi konuştuk, kağıtları imzaladık, ayrıldık. Tüm bunlar olurken oğlan kucağımda kudurdu durdu, yere atladı ben yukarı çektim, yine yere atladı yine çektim. Bağırdı, çığlıklar attı, ilgi çekmeye çalıştı, nafile!
İşte o günden beri bir kızgınlık var içimde. Onlara değil kendime bütün kızgınlığım. Onların suçu yok.  Ne yapacaklarını nasıl davranacaklarını bilmiyorlar sadece. Onlara Umut'u anlatması gereken kişi bendim. Tanıştıracak, engel'ini anlatacak, nasıl iletişim kurmalarını söyleyecek kişi bendim.
Belki de hayatlarında ilk defa engelli bir çocukla tanışacaklardı, karşılıklı gülüşeceklerdi, bundan sonraki örneklerde de Umut'u hatırlayıp ona göre davranacaklardı.
Yapmadım.
3 kişinin daha bir engelli ile tanışıp onlara farklı bakmalarını engelledim.
Üzgünüm.
(fotograf: Marc Laroche)

19 Nisan 2011 Salı

melekle şeytan aynı bedende olur mu?

Benim bir arkadaşım var, blog sayesinde, Umut sayesinde tanıştığım. Adı "Papatya" Ortak yönlerimiz çok. Hem anneyiz, hem de başımızdan bir hastalık geçmiş, bu da hayata bakış açımızı, çocuk yetiştirme tarzımızı birbirimize benzer yapmış.
Aşağıdaki O'nun hikayesi... O'nun ve güzel çocuklarının...Bu yazıyı bu blogda yayınlamamın sebebi ise son paragrafta yazılı...özetle bir kaç kişiyi bile olsa umutsuzluk kuyusundan kurtarmak için...


""""""Hayat pek çok sürprizlerle dolu. Bazen en mutlu anların ardından beklenmedik üzücü olaylar yaşanabiliyor. Bazen de en içinden çıkılmaz sıkıntıların ardından bir sabah yepyeni umutlar doğabiliyor. Sevinçle korku, endişeyle mutluluk birbirinin içine geçerek şekillendiriyor hayatı. Ölümün nefesini ensesinde hissetse de insan, yepyeni bir hayatın içinde filizlendiğini bilmenin coşkusu herşeyi bir anda unutturuveriyor...
Benim hikayemde de pekçok endişe, inanılmaz tesadüfler, hayal kırıklığı, coşkuyla yaşanan mutluluk, ölüm korkusu, yoğun sevgi ve aşk; hepsi içiçe yaşandı.
Anne olmanın sorumluluğunu omuzlarımda taşıyabileceğime öncelikle kendimi ikna edebilmem 8 yılımı almıştı. Her türlü endişeyle yoğurulmuş upuzun bir bekleyişin ardından sağlıklı doğan bebeğini ilk kez kucağına aldığın andaki duygu o kadar güçlüydü ki daha o gün aynı duyguyu bir kez daha yaşamak istediğimden emindim. Yine de kızımın ona verdiğim enerjinin ve zamanın yarısıyla yetinemeyecek kadar küçük olduğuna inandığımdan ikinci bir çocuğa karar vermem pek kolay olmamıştı.
Daha önce hamileliği yaşamış olmanın tecrübesiyle pek çok aşamayı daha rahat atlatmıştım. 28. haftada çıkan hamilelik şekerinin bir hamilenin başına gelebilecek en kötü şey olduğunu zannettim. Hayatın benim için daha ne sürprizler hazırlamış olduğundan haberdar değildim.
Şeker teşhisiyle, hamilelikte elimde olmadan artan imrenme duyguma büyük bir gem vurulmuş sıkı bir diyetle şekerimi yükselten herşeye veda etmek zorunda kalmıştım. Diyet, hamileliğin sonuna kadar toplam 4 kilo kaybetmeme sebep oldu.
Hamileliğimin son haftalarında kilo kaybetmemin, yüreğimi eriten başka bir etkeni daha vardı aslında. Çünkü 32. haftadan itibaren hiç beklenmedik bir anda kendimi bambaşka bir mücadelenin içinde bulmuştum. Bu macera bir süredir göğsümde hissettiğim bir kitlenin büyük bir şans eseri uzman bir doktor tarafından muayene edilmesi ve “Bunun sandığın gibi süt bezeleriyle bir ilgisi yok. Sakın erteleme! Hemen ne olduğunun anlaşılması gerek!” diyerek gözümü korkutmasıyla başlamıştı.
Giyinirken elimle fark ettiğim bu kitleye o güne kadar çok da önem vermemiş, doktoruma bile söz etme gereği duymamıştım. Yine de bilinçaltımda aklımı meşgul ediyordu ki her sabah yaptığım gibi, uzun bir yürüyüş için merkeze doğru yönelmiş belediyenin düzenlediği Onkolog Uzmanlar tarafından Göğüs Muayenesi Kampanyasına katılmaktan kendimi alamamıştım. Eliyle muayene ettiği anda yüzündeki ifade değişen genç, güzel kadın doktor -ismi gibi- hayatımı kurtaran bir melek oldu.
O akşam tam 1 saat ultrasondaydım. Uzman gözlerini kocaman açmış ekrana bakıyor, ağzından bir tek kelime çıkmıyordu. Bir saat sonunda bana tek söyleyebildiği “sağ göğsünüzde hiç birşey yok” oldu. “Sol göğsünüz için, bir onkolog doktorla görüşmeniz gerekecek” dediğinde birşeylerin tahmin ettiğimden de ciddi olduğunu anlamıştım. Belirsizlik onkolog doktorun yaptığı biyopsinin sonuçları çıkıncaya kadar sürmüştü. Sonuçlar temiz değildi. Teşhis göğüs kanseriydi.
Bütün doğum senaryosu altüst olmuştu. Bu haberi, ilk öğrenmek zorunda kalan eşim olmuştu. Zavallıcık beni kaybedebileceği endişesini derinden hissederken belki de hayatının en zor saatlerini yaşamıştı. Beni oturtup buz gibi elleriyle ellerimi tutarak durumu bana söylediğindeyse ağzımdan çıkan ilk söz “N'apalım?!” olmuştu.
Tuhaf bir korkusuzluk kaplamıştı içimi sanki. O anda, aklımdan geçen ilk şey şuydu: “Böyle bir hastalığa yakalandıysam, muhakkak ki bu aşamada onun da bir tedavisi olmalı. Ne gerekiyorsa, bana ne derlerse onu yapacağım. Yeter ki iyi olayım. Çünkü çocuklarım var. Daha yüzünü görmediğim bir bebeğim var”.
Hiçbir zaman “Neden ben? Ne kadar şanssızım! Ne kötü bir kaderim varmış!” diye isyan etmedim. “Çocuklarıma ne olacak? Onları kim büyütecek?” diye paniğe de kapılmadım. Aksine "Neden ben?" diye isyan etmenin ne kadar da bencilce olduğunu düşündürmüştü bu olay. Sanki böylesi hastalıklar hep başkalarının başına geliyordu da biz hikayelerini masal gibi dinliyor çok geçmeden de unutuyorduk. "Bugüne kadar nasıl bir mücadele verdiklerinden bile haberdar olmadığım bu insanlardan biri de neden ben olmayayım?" diye hiç düşünmemiş olduğuma şaşırdım. Halbuki böyle bir ihtimal her zaman vardı, herkes için vardı. Çocukluğumuzdan beri beynimize kazınmış bir slogan sürekli yankılanıyordu beynimde: “Erken teşhiş kanseri önler!”. O kadar geç kalınmış olamaz, diyordum kendi kendime.
Karnımda her geçen gün büyüyen minicik yavrunun bana verdiği müthiş enerji miydi, yoksa yaşadığım büyük şokun etkisiyle beynim uyuşup da olayları idrak etmem mi zorlaşmıştı bilemiyorum gerçekten. Tarif edilemeyecek tuhaf bir duygu kaplamıştı içimi, ölümü ve ölmeyi hiç düşünmedim. O an sanki buna inanmak ya da inanmamak benim elimdeymiş gibi geliyordu bana ve ben, en kara senaryolara saplanıp kalmak yerine, bu savaşı kazanacağıma inanmayı tercih etmiştim.
Şaşkın şaşkın bakıyordum etrafıma; Sevgilim, ailem, doktorum, herkes benden daha üzgün, daha çaresiz görünüyorlardı. Beni sevenler ne yapacaklarını bilememekten benden çok yıpranıyorlardı. Zaman zaman “Ama ben hiç korkmuyorum!” diye haykırmak geliyordu içimden, bana acıyarak bakanların yüzüne. Göğüs kanseri teşhisi konduğunda bebeğim 32 haftalıktı.
Onkolog ve jinekoloğum, benim tedavimi olabilecek en kısa sürede başlatabilmek uğruna, bebeğime ancak kuveze girmesini gerektirmeyecek kadar asgari sürenin tanınarak doğması gerektiğinde anlaşmışlardı. Ona kıyabildikleri zaman yalnızca 2 haftaydı. Bu süre sonunda 34 haftalık bebeğim gelmeyi planladığı zamandan çok önce doğurtulacaktı. Bir bebeğin gelişimi açısından, anne karnında geçirdiği bir günün, anne karnı dışında geçirdiği bir günle hiçbir şekilde kıyaslanmayacağını; fazladan bir tek günün bile onun hayatında ve sağlığında çok büyük rol oynadığını biliyordum. Ama bizi sıkıştıran bir etken vardı ki, hamile olmam, karnımdaki bebekle tomografi gibi tetkiklerin yapılabilmesine izin vermiyordu.
Kanser teşhisim konmuş olsa da, doktorlar bile hastalığın ne aşamada olduğunu bana söyleyemiyorlardı. Bize en karamsar tablonun dahi çizilip gözümüzün korkutulduğu, bu belirsizlik günleri diyebilirim ki hayatımı(zı)n en zor günleriydi. Kötü birşeyler oluyordu içimde ama neydi bu ve ne kadar kötüydü, kimse bilmiyordu.
Ama benim yüreğimde, "acaba geç mi kalındı?" korkusuna baskın gelen başka bir duygu vardı. Benim bir an önce yapmam gereken tetkikleri yapabilmem uğruna, daha 2 kilo bile olmayan bebeğimin bu kadar erken doğmak zorunda olmasından açıkçası suçluluk duyuyordum. Çünkü içimdeki o korkusuz yürek ferahlığı madem ki durumumun o kadar da geç kalınmış olmadığını fısıldıyordu bana, o zaman bebeğim neden o kadar erken doğsundu ki?
Sürekli bunu düşünüyor, geceleri uyuyamıyordum. Tetkikler yapılıp da sonuçta bana hiç de panik olunacak bir durumumun olmadığını söyleyecek olurlarsa, bebeğimin benim uğruma erken doğmuş olmasından duyacağım suçlulukla, bu habere sevinemeyecektim bile. En sonunda içimi rahatlatıcak kararı verdim; jinekologumla konuşup doğumu 2 hafta daha ertelememizi istedim. Her ne kadar bana hak verse de; artık bu kararın yalnızca bebeğin doğumuyla ilgili değil aynı zamanda da annenin sağlığıyla (belki de hayatıyla) ilgili olduğunu hatırlatıp onkologla görüşmeden tek başına karar veremeyeceğini söyledi.
Onkolog iki haftayı çok buldu; pazarlıkla 1 hafta daha erteleyebildim! Doğum 35. haftanın sonuna planlandı.
Artık herkes elimden gelen fedakarlığı yaptığımı söylüyordu. Bundan fazlası belki de benim kaderimle oynamaktı. Bana kalsa 1 hafta daha beklerdim ama... bana kalmadı karar. Jinekologum, biliyorum ki üzülmeyeyim diye, "merak etme, bebek 2 kilo civarında olacak" diye beni avuturken, 35 haftalık minik oğlum 2.500 gr. doğarak herkesi şaşırttı. Sağlıklıydı, kuveze girmesi gerekmedi. Doğumdan 1 hafta sonra tomografiye girdim. İlk iyi haber; göğsümdeki kitleden başka bir yerde hiçbirşeyin bulunmamasıydı. Aldığım kemoterapiler sonrasında göğsümdeki kitle tamamen yok olmuştu. Ameliyatla biyopsi için bir parça alındı yalnızca. Bundan az kayıpla kurtulunamazdı.
Hayat bizim için sandığımızdan da kısa hesap edilmiş olabilir. Bunu kimse önceden bilemez. Herşey yolunda giderken, bir sabah kalkıyorsun, bir telefon geliyor, bir haber alıyorsun ve artık hayatın istesen de eskisi gibi olamıyor. Hayatın kıymetini ancak elimizden almaya kalktıklarında anlıyoruz, sağlığın da öyle. Birden herşey kendi irademizin ve kontrolumuzun dışında hızla değişiveriyor. İşte o zaman bambaşka bir gözle bakıyorsun hayata dair herşeye, sevdiklerine, yaşamak istediklerine, yapabildiklerine ve yapamayacaklarına. Sevdiklerinizle birlikte olamadığınız anlara hayıflanmakla zaman kaybetmenin anlamı olmadığını idrak edin artık. Hayatta birlikte geçireceğimiz ne kadar zamanımız kalmış olursa olsun, o zamanın ayırabildiğiniz kadar çoğunu sevdiklerinizle, özellikle çocuklarınızla geçirmenizi tavsiye ederim. Durumunuz ne kadar vahim olursa olsun, uyandığınız her güne size fazladan bağışlanmış yeni bir gün gibi bakın!
Çocuklarınıza paylaşılmış güzel günlerin anılarından güzel hediye olabilir mi?
Başından geçenleri gülümseyerek anlatabilenlerin, herşeye rağmen hayatlarına kaldıkları yerden -hatta daha da çok değer vererek- devam eden, hiç yılmayan kadınların hikayeleri, bana ne kadar iyi geldiyse, beni yüreklendirdiyse; istiyorum ki benim hikayem de birkaç kişiyi yüreklendirsin ve umutsuzluk kuyusuna saplanmaktan kurtarsın.""""""""""""""""""

fotograf : papatya ve dariocuk

18 Nisan 2011 Pazartesi

mini rocker


 Bir zamanlar büyük adada kurulmuş bir üniversitede araştırma görevliliğine soyunmuştum.  İşi değil ama hocaları, mekanı, aileden ayrı yaşamayı sevdim. O koca koca hocalar, biz sefil asistanlar ve öğrencilerden bir kaçı ile güzel bir grup oluşturduk, tam 2 sene adada muhteşem vakit geçirdik. Ne kocam vardı o zamanlar, ne Umut ne gelecek planları. Koyverip gitmiştim kendimi, yüzüm güneşe dönük!
O grubun içindeki sayılı  öğrencilerin özgüvenine, kendilerini rahat rahat ifade etmelerine ve hayatı ciddiye almamalarına  imrenirdim. Hele aralarından biri vardı ki hayranlıkla seyrederdim. Ona ne kadar saygı duyduğumu, hayran olduğumu kendisi ile bunu paylaşamaz, yanlış anlaşılır diye korkardım. İzzy engelliydi. Koltuk değnekleri ile çok ama çok zorlanarak yürürdü. Vapurla adaya gelir, faytonla okulun olduğu tepeye çıkardı. Hiç hissettirmedi engelli olduğunu bize bir müddet sonra unuttuk bile hatta. çünkü kendini taşırken bir de gitarını taşırdı sırtında ve bir de yüzünde ki muhteşem gülümsemesini. Uzun saçları küpesi ve aksesuarları ile tam bir "rocker"dı. Müzik, sohbet, muhabbet, özgüven ve tüm bunların getirdiği arkadaş grupları, kızlar... Şimdi şimdi anlıyorum aslında İzzy'nin ne kadar güçlü olduğunu bugünlere gelmek için arkasında ne kadar emek olduğunu, annesinin, babasının çabasını.
Rock müzik sevdasına kapılan, babasıyla kafa sallayan, Queen çalınca "abii" diye bağıran oğluma, dün  aldığım "the doors" tshirtünü giydirirken aklıma geldi İzzy.  Umarım oğlumda onun kadar özgüvenli ve başarılı olur büyüyünce.

15 Nisan 2011 Cuma

benden sonra

önce bir derdimi sonrada hayalimi anlatacağım.
Her engelli annesinde olan bir dert benimki,  "benden sonra çocuğuma ne olacak?"  Soruyu net, cevap yok. 
Kardeş çözüm mü, kimse bilemez.
Hayalim bir "yaşam kenti" kurmak ve belli bir yaşın üzerinde, akıl sağlığı yerinde, ailesi artık hayatta olmayan veya ailesiyle değil tek başına yaşamak isteyen Cerebral Palsililerle beraber orada yaşamak. Hayal bu ya abartıyorum; yeşillikler içinde açık ve kapalı yüzme havuzları, her üyenin kendi özel suit odası, dolu dolu yaşamalarına engel olan hiçbir şeyin olmadığı, sosyal alanı, hobi odaları, yemek salonu, parkıyla güzel bir yaşam alanı.  Yemek , temizlik, çamaşır ihtiyaçlar için çalışanların olduğu, üyelerin temel bakımı, fizik tedavisi, acil sağlık hizmeti için görevlilerin çalıştığı bir klüp, site, belki bir vakıf.
Bakımevi değil, rehabilitasyon merkezi, huzurevi hiç değil.
Hasta değil, üye kabul eden bir yer.
Üyelerinin mutlu, rahat yaşamasını hayata katılmasını, sosyalleşebilmesini misyon edinmiş bir yer.
Teknolojiden yararlanan, eğitim alan, çalışan bireyler barındırmayı hedefleyen bir yer.
Projenin adı "benden sonra.."
Gelişmiş ülkelerde örnekleri vardır diye tahmin ediyorum. Olmaması mümkün değil çünkü düşünülmemesi, hayata geçirilmemesi bence insanlık suçu. Aynı ülkemizde şu anda olduğu gibi.


14 Nisan 2011 Perşembe

düştük

Sen misin evrene yanlış mesajlar yollayan!  Sen misin oğlanın 2 yaşındaki fizik tedavi sırasında çekilen resmi ile karşılaşıp "hala aynı hareketleri yapıyor olmamıza çok bozuldum" diye öykünen. O günlerin ne kadar kötü, bugünlerin ise ne kadar iyi olduğunu unutan...
Evren hatırlattı bana dün gece...
O günlere ait  mide kasılmasını, korkudan yüreğin nasıl küçücük olduğunu, o günlerdeki gibi hissetmeyi çok kısa bir anda da olsa gösteriverdi.
Geçenlerde fizik tedavi uzmanımız dedi ki "düşmeyi gösterin, öğretin. çocuklar düşe kalka büyür. Derinliği, aşağıyı, yukarıyı anlasın, canı acıyabilir ama öğrensin.  6 senedir hiç düşürmediniz mi?   Siz de bir acayipsiniz yani..."
Dün gece "tamam" dedim "hadi düşelim bakalım, ödev değil mi çalışalım."   Salıncağımızın üzerine yüz üstü emekler pozisyonda koydum oğlanı.   Kolları önden yere doğru sarkıyor, dizleri yerde.   Zeminde mat serili, kauçuk gibi yarı sert bir maddeden.  Yerden yüksekliği en fazla 30cm.   Önce sallandık bu şekilde, öne arkaya kendini itti- çekti.  Ne güzel eğleniyoruz.  Derken bir cesaret geldi,  "seni şimdi düşüreceğim"  dedim.  Yavaşça daire çizdirmeye başladım.  Dengesini kaybetti, dizleri üzerinde kaydı ve tam istediğim gibi yanlamasına kolunun üzerine düştü, sonra da hiç istemediğim gibi kafasını çarptı.  Tam da şantın olduğu yer. "Tak" diye bir ses.  2-3 saniye sessizlik Belli, canı yandı, yüzünü buruşturdu ve inledi.  "Ağla" dedim "hadi ağla canın yandı"  Önce yalancıktan ağlıyormuş gibi ses çıkardı sonraaa işte o hiç anlamadığım şeyden oldu.  Kendini kapatıverdi.  Tüm vucudu kıpkırmızı oldu ve birdenbire soğuk ter boşaldı. Ağzını küçücük büzdü ve gözlerini kapattı. Ne zaman bir derdi olsa, özellikle büyük dertlerin başlangıcında böyle oluyordu eskiden. "Kendine gel" diye bağırarak koltuğa yatırdım, adeta bir bez bebek hiç güç yok ne kolunda ne bacağında, gözler yarı açık.  Soydum, babası alıp yüzünü ensesini yıkadı. Evin içinde 4 döndüm. Tekrar kucağıma alıp sarıldım. "yok bir şey,  yok bir şey" diye sayıkladım.  Baktım eşim telefonu eline almış doktorun numarasını çeviriyor." Dur" dedim "yok bir şey şimdi açılacak"   Ve o anda ""anne" dedi, elini kolunu oynatmaya , sonra  gülmeye başladı.
Çok kısa bir an nöbet geçiriyor sandım, çok kısa bir an eski günlere gittik sandım, çok kısa bir an kendimi kaybettim ve hala bilerek ve isteyerek oğlumu düşürdüğüm için kendimden nefret ediyorum.
Şimdi düşününce 6 yaşının sonunda  ilk defa düşünce şok mu geçirdi, çok mu şaşırdı, çok mu korktu acaba diyorum. Yine de bir cevap bulamıyorum.
bir ödevimizi daha yaptık, düştük, ama ne düşüş!

4 Nisan 2011 Pazartesi

salıncak

eve yeni gelen eşyamız kocaman bir salıncak. İki kişinin rahat oturabileceği uzunlukta. Umut ata biner gibi yan oturuyor ben arkasna oturup belinden destek oluyorum, elleriyle ipleri tutuyor ve başlıyoruz sallanmaya, öne arkaya, sağa sola.
Denge ve derinlik algısı için iyi gelirmiş salıncak öyle söyledi fizik tedavi uzmanımız. Ben de özene bezene yaptırttım, beyaz suni deri ile kaplatıp mavi beyaz halatlar taktırttım. Tavana delikli demirler taktık, demirlee kancalar.
Umutla beraber biz de eyleniyoruz, hatta o uyuktan sonra ben sallanarak televizyon izliyorum bir kaç gecedir. Strese falan da birebir. Denge ve derinlik duyguma bir halt yaptığı yok ama işten eve geldiğimde stresimi aldığı kesin.
Ev değil fizik tedavi merkezi sanki. salonun yarısı biz büyüklere diğer yarısı Umuta ait.  Bir yarıda koltuklar sehpa ve televizyon dururken diğer yarıda kaydırak, salıncak, pilates topu, eğitim masası, mini sandalye, mini koltuk, egzersiz matı, emekleme makinası (benim uydurduğum bir isim ) denge tahtası, sünger küp duruyor.
Tüm komşu çocuklar bayılıyorlar bize gelmeye, oynayacak o kadar çok şey varki. Henüz salıncaktan hiçbirinin haberi yok, görünce delirecekler eminim. Bu yaz ev yine velet dolu olacak, ne güzel...

2 Nisan 2011 Cumartesi

arkadaşlarım

çok sinirliyim çok ama çok sinirliyim. Güzel bir gün geçirmek amaç ama benim şimdiden şafak attı. Özel bir üniversitenin kocaman bahçesindeyiz.  Günlerden pazar olmasına rağmen öğrenci dolu. 4 büyük cafe var, birinde bile yer bulamadık. masalar hep dolu, tıkış tıkış insanlar, puseti aralarından zor geçiriyorum. Herkes bize bakıyor.  Ben eşime bakıyorum, umrunda değilmiş gibi duruyor.  "Masa bul" diyorum emredercesine.  Bulduğu masaları beğenmiyorum, birinin bulunduğu yer çok esiyor, diğerine mangal dumanı geliyor. Oğlan pusetten sıkılıyor, yürümek istiyor. Kollarından tutup yürütmeye başlıyorum. Çok yavaş yürüdüğü için eşim sıkılıyor ona bu sefer daha çok kızıyorum. Yanımızdan Umut yaşında çocuklar geçiyor hepsi Umuta bakıyor "kafası inanılmaz küçük" diyor bir tanesi. Ateş basıyor yüzümü. Herkes bize bakıyor.  Ne işimiz var burada. Açım zaten, masa da bulamamışız, en yakınımda eşim duruyor tüm sinirimi ona boşaltmama ramak kalmış. Ellerim titriyor.
Tam o sırada arkadaşlarım geliyor. Tatlı Mina uzanıp Umut'u öpüyor, hep beraber sandalyeleri alıp çimenlerrin üzerine koyuyoruz masaya falan ihtiyacımız yok,  birileri kahve alıp elime tutuştuyor,  yarım saat sonra benden mutlusu yok.  Çimenlerde oturuyoruz çocuklarla.  Sonra Umut'un kollarının altından tutup çeviriyorum hızla. Çığlıklar atıyor.  Hala aynı kalabalık hala aynı insanlar ama bu sefer umrumda değil.  Kimsenin de bize baktığı yok ayrıca.  Nasıl bu kadar hızla değişti ruh halim?  Ne işimiz var burada diye düşünürken hava kararana dek orada kalıyoruz.  Hatta oğlanın bezini değiştirmeyi unuttuğumdan pantolonuna çiş sızıyor, gülerek arabaya gidip, arka koltuğa yatırıp altını değiştiriyorum. Hiç bir şey umrumda değil.
Arkadaşlarım yüzünden. Onlar yanımızda olduğu için, bizi hiç yanlız bırakmadıkları için, çocuklarını da Umut'a normal bir çocuğa davranması gerektiği gibi davranmayı öğrettikleri için, hiç bir şey umrumda değil.
İyi ki varsınız!

yol

Eşim aradı;  okuldalarmış, oğlan derste eşim bekleme salonunda. ..Ders bitmiş bizimki öğretmeninin kollarından destek alıp yürüyerek ve bir yandan da "babaaaa" diye bağırarak bekleme salonuna girmiş. O sırada yanında oturan kadın  "darısı bizim başımıza" diye iç geçirmiş. "Çok garip hissettim "dedi.
Bizim daha yürüyecek çok ama çok yolumuz var bazı ailelerin bizden biraz daha uzun, bazılarının çok daha kısa. Ne kadar sürerse sürsün herkesin yolu çiçekler ve kahkahalar dolu olsun.

stress sendromu

eşimin bir arkadaşı, doktor, askerliğini güneydoğuda yapmış. Çok sıkıntılı günler geçirmiş, dönmüş, evine, eşine kavuşmuş ama kabusları bitmemiş. Her gürültüde tavanlara sıçramış, her uyandırıldığında çatışma çıktı sanmış. "Stres sendromu" demişler.
En sonunda bir psikiyatrist "sen hala bütün bu olayları yaşıyorsun. Geride bıraktığın anda, anı haline getirdiğin anda kurtulacaksın" demiş. "Peki nasıl anı haline getireceğim?" diye sorunca da "anlatarak..." diye karşılık vermiş.  O günden beri önüne gelen herkese yaşadıklarını anlatmış, karşısındakileri bayıncaya dek, kendisi yoruluncaya dek. Ve başarmış, hepsi geride kalmış...
Eşimde yaşadıklarımızı hep anlattı. Eski dostlara, yeni tanıştıklarımıza, aileye, herkese tekrar tekrar tekrar. Bense konu açıldığında kaçardım, mutfağa gider oyalanır, bahçeye sigaraya çıkar, illa ki oyalanacak bir şey bulurdum.
Ta ki bu blogu yazmaya başlayana kadar.  Yazdıkça rahatladım, sakinleştim. Anı haline getirebildim.
Demek insan farkında olmadan içindekini dışarı çıkartmanın bir yolunu bulabiliyor. "stress sendromu" bir şekilde yeniliyor. Çok ama çok zor olsa da!
(heykel: junichi mori )