27 Ekim 2011 Perşembe

liste

"esefle kınandım" bugün," teessüf edildim", eşim tarafından. Çok kızdı bana, hatta alındı, gücendi söylediklerime O'nun için söylememiş olsamda oğlu için söylemiştim o sözleri. Zaten ha Umut, ha O, ha ben, hepimiz aynıyız.
Okuldan bir liste getirdi geçen gün "kırtasiye listesi" Fon kartonundan , prite, pastel boyadan, kuru boyaya akla gelebilecek,  hatta "yapışkanlı sim" gibi akla gelmeyecek şeyler bile mevcut listede.
Şaşırarak baktım kağıda. Oğlan daha elinde kalem tutmamış, abartı değil,  kalemi veya başka bir nesneyi kavramamış parmakları, pastel veya kuru boya veya keçeli kalem nasıl bir fark yaratacak diye düşündüm. Yüksek sesli olarak da " Umut'a pritle elişi kağıdını yapıştırtacaklarını veya simlerle süsleme yaptıracakların mı zannediyorlar?"  dedim.
"Ne sandın" diye kızdı eşim," niye yapamasın, niye yapıştırmasın, tüm çocuklar için yapılan bir liste bu, eksik mi kalsın!"
Kalmasın tabii ki eksik kalmasın da önce 1 adet çizgi çeksin en azından herhangi bir kalemle sonra suluboyaya, pastele, sime geçsin. Önce işin temelini kavrasın sonra süslesin, her şeyin bir zamanı yok mu?" dedim de esefle kınandım, teessüf edildim.
Sonra da ammaann dedim, bırak dağınık kalsın, gittim kırtasiyeye aldım tüm yazılanları, vardır bir bildikleri, vardır bir mantığı...
İtiraf ediyorum bu okul işine Umut alıştı galiba da ben daha alışamadım.  Her an O'nu düşünüyorum. Alt dudağım her an titremeye hazır.  Hiç tanımadığı insanlarla 7 saatini geçiriyor hergün. Yemeğini başkası yediriyor, altını bir başkası değiştiriyor.  Doğru düzgün oturamadığı halde küçük bir sandalyede oturup ellerini masaya koyuyor saatlerce. 
Bu akşamüstü öğretmeni ile konuştum. Tam da tahmin ettiğim gibi Umut'un 3-4 kelimesinden fazlasını duymamışlar ve aslında kırka yakın kelime kullandığını duyunca çok şaşırdılar. Hiç yürümemiş onlarla, görünce nasıl yürüdüğünü hayret ettiler. Kapatıyormuş kendini çocukların yanında hareket bile etmiyormuş, onlarda sanmışlar ki Umut budur.
 "Aslında Umut O değil" dedim, "o çocukları dinliyor kaydediyor, tetikte bekliyor,  zamanla alışacak ve ne kadar canlı olduğunu göreceksiniz."
Daha çook yolumuz var aslında, umarım bir an önce anlarlar Umut'u.
İşte o zaman bir değil, sınıf dolusu prit yollarım, yeter ki iletişime geçsinler önce.
Yine de güzel şeyler bunlar, okulun endişesi, düşüncesi bile güzel, hele ki sınıftan mutlu çıkması yok mu, herşeye değer...

25 Ekim 2011 Salı

Pravin

Cihangirde ufacık bir dükkan, aramoterapi yağları, çaylar, mis kokulu çaylar satıyor. Pravin yani refleksoloji uzmanımız bize orada randevu verdi. yarım saat erken vardık, dükkanın önüne sandalye koyup beklemeye başladık. Hemen yanımızda bir berber dükkanı, onun yanında bir bakkal, onun yanında savoy pastanesi... Cihangiri severim, burada  beklemeye hiç itirazım yok, oğlan zaten önünden arabalar geçiyor diye zevkten dörtköşe, babası bakkaldan Niğde gazozu ve gazete bulmuş oturmuş kaldırıma, keyfi yerinde.
Pravin çıkıyor senastan, Umut'u kucaklıyor. Oğlan  "Abii" diye boynuna sarılıyor, ne zamandır görüşmedik, özlemiş..  Seanstan çıkmış kişi eski bir tanıdık çıkıyor, başlıyoruz sohbete.  Biz konuşurken Pravin Umut'a masaj yapıyor, oğlan hem canı yandığı için bağırıyor, hem de bir yandan şaklabanlık yapmaya çalışıyor.  Dükkana bakan kadında yanımızda sohbete katılıyor, "iki engelli çocuğumuz daha geliyor" diyor, "hepsini çok seviyoruz" 
Pravin engelli çocuk ailelerinden para almıyor," bu benim misyonum" diyor, bizi seanslarının arasına sıkıştırıyor, işte bu yüzden çalıştığı yerlerden bir müddet sonra hoşnutsuzluk sesleri yükseliyor.  Pravin'de o zaman başka bir yere geçiyor, bizler de yanına alarak, ama tek bir şikayet cümlesi bile kurmayarak. Burası onunla beraber geldiğimiz 4. yer, umarım burada kalıcı olur. Cihangir'i çok sevdiğimden değil, O mutlu ve başarılı olmayı hakeden biri olduğu için, kocaman bir yüreği olduğu için.
Dükkanın içi çok güzel kokuyor.
 Umut sayesinde hep güzel insanlar tanıyıp hep güzel yerlere gidiyoruz, O bizi daha iyi insanlar yapmakla kalmıyor, etrafımıza da iyi insanlar topluyor. Çok şanslıyız...

24 Ekim 2011 Pazartesi

zor

En zor günümde, kendi kendimle boğuşup çareler ararken hayatın nasıl devam ettiğine hayretler içinde bakakalmıştım. İnsanlar işlerine gidiyor, sokaklarda gülüp eğleniyorlardı, hayat benim başıma gelenden habersiz akıp gidiyordu ve zaten normal olan da buydu. Ama şaşırmıştım ve hatta kızmıştım da. Saçma olduğunu bilerek, istemiştim ki herkes benimle ağlasın, elimi tutsun sarılsın, yanımdan geçen a...mca "herşey güzel olacak, merak etme" desin.

Şimdi, bugün Van'da büyük bir deprem oldu. enkaz altında bekleyen canlar var. hava soğuk, elektrik yok, güvenli hiç bir çatı yok.
Ve burada hayat devam ediyor. Herkes akşam yemeğini yedi, birazdan yatıp uyuyacağız ve yarın işlerimize gideceğiz.
Yine aynı hislerin içinde kaldım. Bir dursak, bir an durdursak zamanı, bir elimizi uzatsak? Hiçbir şey olmamış gibi davranmasak? Bana olandan kimsenin haberi yoktu o zamanlar ama Van'a olanlardan hepimizin haberi var şimdi. Yardım edelim...

23 Ekim 2011 Pazar

kız çocuğu

Hani çocuklar parmaklarını uzatıp gösterek  dalga geçerler ya, işte bugün bir velet aynısını bize, yani Umut'a yaptı.
Hava güzel diye Starbucks'a gittik kahve içmeye. Ne zaman orada olsak biz kahvemizi içeriz, Umut çikolata soslu kremasını yer, gazetemizi okuruz, sonra da tutarım Umut'u kollarından ve masaların arasından yürürüz.  İnsanlar bize bakar, biz onlara bakarız, yanımıza gelene Umut "me"(merhaba) der, kimi cevaplar, kimi cevaplamaz, hiç takılmayız.  Çocuklar çevremizde dolanır, kimi soru sorar, kimi sormaz, gülümseriz.  Biz, ikimiz keyifle  yürürüz masaların arasından, açık havanın tadını çıkarırız.
Bugün mini bisikletiyle o ufaklık geldi yanımıza ve parmağını Umut'a uzatarak, "Şunun kafasına bakın, ne kadar da küçük!" dedi.
Kızmadım, gücenmedim, sinirlenmedim aksine bana  komik geldi durum. Sonuçta 5 yaşlarında bir kız çocuğu, içinden enerji fışkırıyor, kendinden farklı olana çocukça tepki gösteriyor. An önemli farkındayım çünkü Umut benim tepkimi kopyalayacak, ileride ben yanında yokken aynı şey başına gelirse aynını uygulayacak. Gülünseyerek Umut'la beraber kızın  yanına gidip  "adı Umut, senin adın ne?" dedim. "Olivia" dedi "yürüyemiyor mu?" dedi "deniyor" dedim. Konuşmaya başladık.
Çok değil 5 dakika sonra Olivia Umut'un kendi bisikletine binmesi için bana yalvarıyordu. "oturamaz" deyince "ben tutarım, lütfen" diyor, babasına ısrarla Umut'u tanıştırıyordu.
Bir kızın daha kalbini çaldık!!!

22 Ekim 2011 Cumartesi

alıntı


"Benim çok yakın bir akrabam down sendromlu. Ondan öğrendiklerimi hayatımda karşılaştığım en yüksek zekâlı insanlardan öğrendiklerimden daha değerli buluyorum ben. Mesela çocuğumun okuduğu okulda haftada kaç saat İngilizce dersi gördüğünden veya yüzme havuzunun kaç metre olduğundan daha önemli bulduğum bir soru var: Benim çocuğum okul sıralarını kendisinden fiziksel, zihinsel veya kültürel açıdan farklı kaç çocukla paylaşıyor? Mesela bu ülkede kaç tane fiziksel engelli çocuk yaşıyor ve benim çocuğum bunlardan kaçını tanıyor"
Yukarıdaki paragraf Alternatif Anne isimli sanal dergide yayınlanmış bir yazı dizisinden alıntı. Yazar adını vermemiş.  Kim olduğunu bilmiyorum ama okuduktan sonra "böyle insanlar da var mıymış?" diye sormama, gidip bulup sarılma isteğiyle dolmama sebep oldu.

Ben de oturup şu yorumu yazdım ama niyeyse yorum bir türlü kabul edilmedi, siteye ulaşamadı. 

"Sevgili konuk yazar, sizi içtenlikle tebrik ederim. Tespitleriniz çok doğru.  Beni en çok etkileyen ise bu yazının son paragrafı oldu. Çünkü  ben bir engelli annesiyim.Çocuğumun  normal çocuklarla okuyacağını hiçbir zaman düşünmedim ama en azından onlarla aynı yerde oynayacağını ve arkadaş olacaklarını her zaman düşündüm.  Fakat bir oyun grubuna başvurduğumuzda "diğer anneler rahatsız olur" diye reddedilmiştik. Bunun gerçek olmayacağını dipten, derinden biliyordum. Bunun o kurumun yöneticilerinin kalpsiz, duyarsız, cahil düşünce biçimlerinin sonucu olduğunu hissediyordum, çünkü aklı başında kimse çocuğunun aynı oprtamda bir engelli ile birlikte olmasından rahatsız olmaz. Aksine bunun çocuğunun ruhsal gelişimi için bir şans sayar diye varsayıyorum. Siz de şu anda beni doğruladınız, teşekkür ederim.  İyi ki varsınız"

Yazının başlığı "Elitizm ve Çocuk"   Şiddetle tavsiye edilir.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Pınar Deniz

Pınar benim arkadaşım, daha önce de bahsetmiştim. Kendisi çok candan, neşeli hayat dolu ve de CP'li.  CP'li  olması onu Pınar yapan özelliklerinden biri, kendisini çok daha mükemmel bir insan yaptığını dahi düşünüyorum.  Ortak bir arkadaşımız aracılığıyla tanıştık.  Ben yaşlarda, işi gücü , çok sevdiği yakışıklı bir kocası ve her daim gülen bir yüzü olan bir fıstık!  O benim O'na "huzur verdiğimi" söylüyor, ben O'na "bana umut verdiğini"...
Bana geçenlerde bir öykü yazıp yolladı. Öyle güzel bir ana denk geldi ki okurken sanki Umut yazmış gibi okudum.  Engelli çocukların hayatlarını hep anne babalarından dinleriz, oysa o küçük yaşarda, o okullara, rehab. merkezlerine gittikleri anda ne hissederler, ne düşünürler bilmeyiz. İşte Pınar bunu yazmış. Bir gününü çok güzel özetlemiş.
Öykü biraz uzun ama paylaşmak için en uygun yer de burası;

Tanışma
Ortada kocaman, renkli bir top. Karpuz gibi dilimlenmiş. Herbiri değişik renkte olan sekiz dilim.

Salonun en dikkat çekici şeyi bu top. Duvarda tavana kadar uzanan ikiye ayrılmış tahta merdiven.
Yerde, salonun en uzak köşesinde bu merdivenin yere yatırılmış hali. Bir plastik masa, dört beş küçük sandalye. Masanın üzerinde birkaç boyama kitabı, birkaç tahta parçası. Üzerinde bu parçalara uygun oyuklar bulunan tahta bir levha. Yere gelişigüzel atılmış mavi minderler...
Büyük bir yer burası. Birkaç çocuğun oynadığı büyük bir yer. Çocukların herbiriyle başka bir kadın oynuyor. Kadınların hepsi beyaz ceket giymiş. Başlarında o beyaz bantlardan yok ama beyzaz terlikleri ve kıyafetleriyle hemşireye çok benziyorlar.
Salonun kapısında bir süre beklediler. İçeride, çocuklarla oynayan kadınlardan biri onlara doğru yürüdü.
- Merhaba, hoşgeldin.
Elini küçük kıza uzattı.
Dikkatle kadına baktı. İyi birine benziyordu. En azından şimdilik ona iyi davranıyordu.
Üzerindeki beyaz ceket olmasa belki daha sevimli olabilir, diye düşündü küçük kız. Elini kadına uzattı. Yumuşacıktı eli.
- Şimdi seninle içeriye gidip biraz oynayalım mı?
Hayır deme şansı yoktu. Bunu annesinin bakışlarından anlamıştı. Başını salladı. Sevimli görünüyor olmalıydı ki kadın eğilip yanağını okşadı.
Annesi gelmeyecekti. Bunu biliyordu. Böyle şeyler anneler olmadan yapılmalıydı.
Anneler dışarıda bekletilir, ancak her şey bittikten sonra içeri alınırdı. Anneler içeri alındığındaysa çocukların dışarı çıkma zamanı gelmiş olurdu.
Arkasını dönüp annesine baktı. Gülümsüyordu annesi. Onlar oyun oynarken annesinin odanın bir köşesinde durup gülümsemesinin ne sakıncası olabilirdi ki. O hiç karışmazdı. Başkalarıyla oynarken ya da birileri ona sorular sorarken annesinin karıştığını hiç hatırlamıyordu. Ancak cevabını bilmediği ya da daha önce hiç duymadığı sorular karşısında çaresiz kaldığında konuşur ve söze hep biz diye başlardı.
- Neden konuşamıyorsun?
Konuşamamak mı? konuşuyordu ya işte. Aklına gelen her şeyi söylüyor, merak ettiklerini sorabiliyordu ya. Konuşmanın başka bir anlamı olmalı, diye düşünmüştü bu soruyu ilk kez duyduğunda. Annesi bütün anlamlarını biliyor olmalıydı ki yine söze biz diye başlamış ve soruyu cevaplamıştı.
Yapamadığı şeyler arasında konuşmak yoktu. Yani, en azından annesi bundan hiç bahsetmemişti. Evet, yürürken sallanıyor, başı zaman zaman isteği dışında hareket ediyor, kalemi güzel yazacak kadar iyi tutamıyordu. Bütün bunların bir sebebi vardı elbette. O doğarken bir şey olmuş, doktorlar hata yapmışlardı. Annesi bütün bunlara “şans” diyordu. Hiçbir şey onun suçu değildi. Annesi bunu defalarca tekrarlamıştı.
Annesini arkada bırakıp koridor boyunca kadını takip etti. Koridorun ucundaki oda salondan daha küçüktü. Çok daha küçük. Duvarlar kabarık, sarı minderlerle kaplanmıştı. Yer de koyu mavi halıyla.
- Gel bakalım. Otur şöyle.
Yine bir plastik masa ve etrafında birkaç küçük sandalye. Yerde, birbirine eklenmeyi bekleyen bir sürü oyuncak parçası ve öbür odadakiyle kıyaslanamayacak kadar küçük bir top. Topun üzerinde hayvan resimleri. Oturdu. Oyun oynamayacaklardı, bunu biliyordu. Neyi yapıp neyi yapamadığını öğrenecekler, sonra annesi içeri girdiğinde ona anlatacaklardı. Annesinin odaya alınmamasını anlamak zordu. O zaten her şeyi bilmiyor muydu? Geceleri yatağına işediğini biliyordu ya işte, daha ne.
Kadının dışarı çıktığını görmemişti. Odada yalnız olduğunu farkeder etmez masanın üzerindeki kalın, kocaman defteri önüne çekti. Koridora baktı. Kimse gelmiyordu. Defteri açtı. Açtığı sayfada bir sürü küçük kare ve karelerin içinde küçük yazılar vardı. Defteri kapadı. Hiçbir şey anlamamıştı.
Kadın elinde bir sürü kağıtla odaya girdiğinde etrafta görüleecek bir şey de kalmamıştı.
- Sıkıldın mı?
- Evet.
Eve gitmek istiyordu. Yapması gerekenleri yapamazsa annesi ona belli etmeyecek ama üzülecekti. Bu, ikisinin sınavıydı.
- Pekala, şlmdi oynamaya başlayalım. Bana bu resimdekilerin ne olduğunu söyler misin?
- Tavuk. Ağaç, çam ağacı. Maymun.
 Kolaydı. Çok kolay.
Ne çok kağıt vardı kadının elinde. Hepsini soracak mıydı acaba? Hayvan isimlerini biliyordu işte. Meyveleri, renkleri. Çok olmuştu onları öğreneli.
Kadın nihayet bildiğini anlamıştı. Elindeki kartonları yere koydu.
- Şimdi bu kalemi al bakalım. Bu tavşan acıkmış, havuca gitmek istiyor. Ona yol gösterelim.
Kadının masaya koyduğu yeni kartondaki resme baktı. Bir sürü yol arasında havuca gideni bulması gerekiyordu. Yolu gözüyle takip etti. İşte havuç! Tavşandan havuca uzun, dar bir yol. Çok dar. Kalemi eline aldı. Yolu ezberlemişti ama iki çizgi arasındaki uzaklık çok azdı. Tavşan buradan sığmayacak, diye düşündü.
- Bulamadıysan birlikte yapmaya çalışalım.
Kalemi yine yanlış tutuyordu. Oysa annesi nasıl tutacağını defalarca göstermişti. Kalemi birlikte tutup sayfalarca çizgi çizmişlerdi. Kalemi masaya bıraktı. Kadın ona bakıyordu. Parmağıyla havuca giden yolu takip etti.
- Çizmek istemiyor musun?
Elbette istiyordu. Kalemi ne zaman eline alsa, yapması gereken ilk şeyin onu düzgün tutmak olduğunu hatırlayıp sol elinin de yardımıyla kalemi parmakları arasındaki doğru yere yerleştirir, kalemi fazla sıkmamaya çalışarak çizmeye başlardı. Parmakları isteği dışında hareket eder, bir türlü istediği gibi çizemezdi. Neden yine aynıydı. Doğum sırasında yapılan hata. Beyninin nokta kadar küçük bir yeri hava almamıştı. Bütün bunların sorumlusu o küçücük noktaydı.
- Düzgün olması gerekmiyor, haydi çiz.
Kalemi eline aldı. Yine yanlış tutuyordu. Aldırmadı. Nasıl olsa düzgün çizmesi gerekmiyordu.
- Kalemi çok sıkmazsan daha rahat çizersin.
Sıkmıyordu ki, her zamanki gibi, yalnızca tutuyordu.
Çok sıkılmıştı artık. Buradan çıkmak istiyordu.
Dar çizgilerin içinden havuca giden bir yol çizdi. Güzel olmamıştı. Çizgilerin dışına taşmıştı.
- Çok güzel. İşte bu kadar. Şimdi bu tahta parçalarını yerlerine yerleştirmemiz lazım.
Kadın yerden aldığı renkli tahta parçalarını ve tahta levhayı masanın üzerine koydu. Tırmakları ne kadar da uzundu.
“Aynı şekli bulma oyunu”. Bu bir oyunsa adı bu olmalıydı. Tahta parçalarını tek tek alıp yerlerine koydu. Zaten parçalar rahatça kavrayabileceği kadar büyüktü ve oyuklar da tam bu parçalar için yapılmıştı.
- Peki canım, artık çıkabiliriz.
Kadın kapıyı açıp onun çıkmasını bekledi. Koridoru geçip anne babaların beklediği yere geldiler. Annesi yanında oturan kadınla konuşuyordu. Kadının kucağında sürekli tavana bakan bir oğlan oturuyordu. Arada bir tavanda komik bir şey görmüş gibi gülüyordu çocuk. Şişmandı. Annesi sık sık, ağzının kenarından akan salyaları siliyordu.
Kendi annesine baktı sonra. Gülümsüyordu. Ayağa kalkıp onlara doğru geldi.
- Bitti mi?
- Evet, bitti. Biraz sıkıldık galiba ama o çok akıllı bir kız annesi. Biraz konuşalım mı?
Şimdi de annesinin içeri girme zamanıydı. Gidip orada kendisi hakkında konuşacaklardı. Ancak daha sonra buradan çıkabilirlerdi.
- Sen gidip arkadaşlarınla oynayabilirsin.
Onlar koridora doğru ilerlerken o da büyük salona gitti. Şimdi, ilk girdiğinden daha az çocuk vardı burada. İçeri girdi. Kimse ona bakmıyordu. İşte bu harikaydı. Ne zaman bir yere girse herkesin ona bakmasından sıkılmıştı artık. Buraya ilk girdiğinde dikkatini çeken topun yanına gitti hemen. Gerçekten çok büyüktü. Kucaklayıp kaldırmak için kollarını açtı. Kolları topu tutup havaya kaldırabilecek kadar uzun değildi. Top çok güzeldi ama onunla oynayamıyordu işte.
Canı sıkılmıştı. Salona tekrar göz attı. Köşeye, masanın durduğu yere doğru yürüdü.
- Adın ne?
- Merve
Gözleri ne kadar da büyüktü öyle. Masmavi, kocaman gözler, küçücük bir burun ve kıvır kıvır, kahverengi saçlar... Tıpkı çizgi filmlerdeki güzel kızlara benziyordu Merve. Elinde birkaç tane boya kalemi vardı. Önündeki boyama kitabını gösterdi.
- Boyayalım mı?
Merve’yi sevmişti.
Yanındaki sandalyeye oturdu. Masadaki renkli kalemlerden birkaçını aldı. Kitabın kendi tarafına düşen sayfasındaki resme baktı. Boyanması zor bir resimdi bu. Her şey çok küçüktü. Kelebeğin kanatlarını sarıya boyamak istiyordu. Kanatların üzerindeki yuvarlak benekler olmasaydı bunu yapabilirdi belki ama o benekler vardı ve onların kırmızı olması daha iyi olurdu. Sonra yanındaki kızın sayfasına baktı. Ne de güzel boyamıştı Merve. Çizgilerin dışına hiç taşmamıştı.
O da annesini bekliyor olmalıydı. Ona da aynı şeyleri yaptırmışlar mıydı acaba? Resimleri bu kadar güzel boyayabildiğine göre içerideki tavşanın gideceği yolu çizmek de kolay gelmiş olmalıydı. Merve kendisinden daha şanslıydı.
Boyamaktan vazgeçip merdivenin yanına gitmek için ayağa kalktı.
- Gidiyor musun?
- Resimler çok küçük.
- İstersen başka sayfaları açarız.
- Ben merdivene gidiyorum.
- Burada başka oyuncaklar da var.
Merdivene doğru yürüdü. Yerdeki minderlerde yatan çocuklar önce sağ bacaklarını, sonra sol bacaklarını havaya kaldırıyorlar ve sonra ikisini birden yere indiriyorlardı. Ayakta duran beyaz ceketli kadın da sayıyordu.
- Bir, iki, daha yukarı. Şimdi tekrar yapalım. Dizlerimizi kırmıyoruz. Güzel.
Merdiven neredeyse tavana kadar çıkıyordu. Sonuna kadar tırmanıp tırmanamayacağını bilmiyordu.
Denemek istedi. Elini merdivenin beşinci basamağına koydu. Çekti. Tekrar koydu. Yukarıya çıktıktan sonra korkacak olursa ne yapacaktı.
Ayağını ilk basamağa koydu. İlk basamak bile yerden çok yüksekti. Sonre öbür ayak. Bir, iki, üç, dört. Yerden bayağı yüksekteydi şimdi. Ama henüz inmek istemiyordu. Daha yukarıya... Annesi görürse kızacaktı. Şimdi tahta yuvarlakları daha sıkı tutuyordu. Attığı her adımda korkusu biraz daha artıyordu. Aşağıya baktı.
- İn oradan canım, düşeceksin.
Az önce yerde yatan çocukların yanında gördüğü kadındı bu. Sesi erkek gibiydi. Çok sıkı tutunuyordu. Düşmezdi ki.
- Hadi canım, dikkatlice in.
İnmek zorundaydı. Merdivenin sonuna, en tepeye baktı. Daha çok basamak vardı. Şimdi, demin yaptığının tersini yaparak yavaş yavaş aşağı inmesi gerekiyordu. Sağ el bir basamak aşağı, sonra sağ ayak...
- Tekrar çıkmak istediğinde bana haber ver, tamam mı?
Kadın birazcık kızgın görünüyordu. Önemli değildi ama. Nasıl olsa biraz sonra arkasını dönüp gidecekti.
O, en kısa zamanda merdivene tekrar tırmanmak istiyordu. Başını kaldırıp, çıktığı yüksekliğe bir kez de aşağıdan baktı.
- Ne kadar tehlikeli bir şey yaptığını anladın değil mi?
Kadın cevabı beklemeden arkasını dönüp gitti. İyi olmuştu. Zaten cevap vermek istememişti. Ne çok soru vardı cevaplanacak.
Merve’nin yanına gitmeye karar verdi. Belki birlikte şu büyük topu kaldırabilirlerdi. Arkasını döndü.
Masaya baktı. Merve yoktu.
- Haydi kızım, gidiyoruz artık.
Annesi ve kadın salonun kapısındaydı. Onlara doğru yürüdü. Tam kapıya geldiğinde dışarıda, bekleme odasında Merve’yi gördü. Yanındaki annesi olmalıydı. Yaşlıydı kadın. Başını anneannesi gibi bağlamıştı. Gözleri tıpkı Merve’ninkiler gibi kocamandı. Elinde bir kağıt vardı.
Merve, önce bir ayağını yerden hiç kaldırmadan ileriye doğru itti. Düşecek gibiydi. Vücudunun üst kısmı sallanıyordu. Sonra öbür ayağını da aynı şekilde sürükleyerek diğerinin yanına koydu. Birazcık zor yürüyordu Merve. Her adım atışında korkuyor olmalı, diye düşündü.
- Annene evde çalışman gereken birkaç hareket gösterdim. Bir hafta sonra tekrar görüşeceğiz.
Kadına baktı. Ona cevap vermesi gerekiyor muydu?
- Tamam dedi sessizce.
Merve de sık sık geliyor muydu acaba buraya.
- Çalışacağız, söz.
Annesi konuşurken kendinden çok emin görünüyordu.
Merve’ye baktı tekrar. Annesi yanında yoktu. Sırtı duvara yaslı, ayakta duruyordu. Şimdi düşme tehlikesi yok gibiydi.
- Çok teşekkürler, haftaya görüşmek üzere.
Annesi sırtına hafifçe dokundu. Gitmeleri gerekiyordu. Kadın büyük salona girdi. Kapıya doğru ilerlediler. Merve’ye yaklaşıtklarında küçük kız durdu. Sağa, Merve’ye doğru birkaç adım attı.
- Gidiyor musun?
Merve sıkılmışa benziyordu.
- Evet ama bir hafta çalışıp tekrar geleceğiz.
- O zaman tekrar resim boyayabiliriz.
- Hem ben evden pastel boyalarımı da getiririm.
Hafifçe gülümsedi Merve.
- Tamam.
Annesi onu kapıda bekliyordu. Elinden tuttu. Yavaş yavaş merdivenden indiler.

18 Ekim 2011 Salı

normal hayatın dayanılmaz hafifliği

Kahvaltıyı hazırla, ilaçları hazırla, oğlanın giysilerini hazırla, kendin hazırlan... Oğlanı uyandır, babasını uyandır, çantanı al, yola çık...Yolda geç kalmasınlar, trafik olmasın, sağ salim varsınlar diye dua et... İşyerinin kapısından gir, ilk çayını kupaya doldur,  toplantı üstüne toplantı yap, bir elinde hep telefon olsun, ya okuldan ararlarsa diye...Ayrıntıları düşün, öğle yemeğinde oğlana verecekleri yemeği,  oturduğu sıranın ona uygunluğunu, sınıfındaki arkadaşlarını, öğretmenini sevip sevmediğini, kendini ifade edip etmediğini...Akşam koşarak eve dön, tüm detayları öğrenebilmek için bin tane soru sor, akşam yemeğini yedir, beraber oyun oyna, gül, eğlen...Erkenden yatağına yatır...
Her okula giden çocuğun annesininki gibi...Normal bir hayat...Ve normal hayata sahip olmanın dayanılmaz hafifliği... Ne güzelmiş...

16 Ekim 2011 Pazar

güzel bir gün

Okul açılışı için hazırlanış, anneanne ve babaanneyi de alıp okul binasına varış...  Sabah çaylı, kahveli, kanepeli kokteyl sonrası tören çadırına alınış... Öğretmenler tarafından çocukların bizlerden alınması ve her sınıfa birer numunelik öğrenci yerleştirilmesi, başlarına ablaların konması... Töreni Erol Evgin'in sunması, hiç yaşlanmamış olması... Sabancı ailesinin orada bulunması ama Metin Sabancı'nın olmaması..2 tane dünya tatlısı CPli çocuğun konuşma yapması, benim ağlamam...Konuşma sırasını bekleyen kız çocuğunun sıkılıp başparmağını emmeye başlamasını görmem ve daha çok ağlamam....Hayrunnisa Gül'ün açılışı yapması kurdeleyi kesmesi,  basınla ve vakıf üyeleri ile beraber biz veliler ve konuklar dışarıdayken okulu gezmesi, sınıflarında bekleyen civcivleri ziyaret etmesi...
Birden okul müdüresini görmem ve "Hayrunnisa hanım sizle tanışmak istiyormuş" demesiyle şoka girmem... Eşimle elele korumaların arasından geçirtilerek Umut'un bulunduğu sınıfın önüne getirtilmemiz.  İçerden Umut'un "abbblaaa" diye seslenişini duymam... Hayrunnisa Hanım'ın sınıftan  çıkıp bizim elimizi sıkması ve "ingilizce bile öğretmişsiniz oğlunuza" demesi.. Şaşkınlığımın iki kat artması çünkü Umut'un bildiği tek İngilizcenin "uuu baby!" olması, ve bunu cumhurbaşkanının eşine söylemiş olması ihtimali...Teşekkür etmem ama sağım solum kameralarla ve insanlarla doluyken sohbet açamamam...  Yardımcı olmaya çalışması ve konuşabilmem için, "tek çocuk mu?" "uzakta mı oturuyorsunuz?" gibi sorular sorması, dilim tutulup sadece "evet ve hayır " diyebilmem, eşiminse ağzını şaşkınlıktan bıçak açmaması...En son olarak "çok uyumlu, mutlu bir çocuktur" demem ve Hayrunnisa Hanım'ın "inşallah buradaki diğer çocuklar da Umut kadar mutlu olur" demesi, ve "Allah yardımcınız olsun" diyerek ayrılması.
Oğlanı alıp dışarı çıkmamız...O kadar veli arasından bizim seçilmiş olmamız...Aklıma gelmeyenin başıma gelmesi...
Çok güzel bir gün olması, mutluluk dolmamız ve eve uçarak dönmemiz.... Uuuuuu Baby!!!!!!

13 Ekim 2011 Perşembe

bu çocuk


"Bu doğuştan mı böyle?"
"Bu sakat mı?"
"Ne diyor doktorlar bu'na?"
"Bu'nun tanısı ne?"
"Bu iyileşecek mi /  Yürüyecek mi?"
"Bu'nun nesi var?"
Bu , bu , bu diye seslenilen,"ne köy olur ne kasaba" denilen, hatta daha doğmadan önce, "bir doğsun bakalım, belki müdahale etmeye bile deymez" veya " niye doğumu sonlandırtmadın ki?" diye sorulan, "kemoterapiyi kaldıramayabilir" diye tahminlerde bulunulan, koli koli ilaçlarla ilk 18 ayını hastane köşelerinde geçirmiş, yaşı kadar ameliyatlar atlatmış bu çocuk,
yani Umut Bicioğlu, pazartesi günü Milli Eğitime bağlı gerçek bir okulda eğitime başlıyor, hem de burslu öğrenci olarak!!!!!
Gururum, hayatımdaki en büyük başarım,  Umut'um!


12 Ekim 2011 Çarşamba

peki peki anladık

Doğruymuş!
Televizyonda rastlardım bazen, şarkıcıların konuk olduğu programları arayan kadınlar “5 yaşındaki kızım size bayılıyor, sizi çok seviyor, tüm şarkılarınızı biliyor “ derlerdi de gülerdim. Onlar adına utanırdım niyeyse…
“Ufacık çocuk neyi nasıl ayıracak, sen ne dinleyip seviyorsan o da onu seviyor işte “ diye kendimce ukalalık yapardım.
Öyle değilmiş işte kazın ayağı. Bizzat yaşadım, gördüm. Umut, Mazhar Alanson fanatiği. Evet ailecek biz de seviyoruz kendisini, özellile de "benim hala Umudum var" şarkısı bize çok özel geliyor, ama Umut’un dinlerken içi taşıyor, bazen kendini tutamayınca sevinç çığlıkları hıçkırıklı ağlamalara dönüşüyor.
Özellikle “peki peki anladık”  ve “vak the rock” şarkılarını dinlerken, evdeki ses düzeyi tehlikeli boyutlara varıyor.
Şarkılara “abii abii abiccim!” diye sürekli tekrar ederek eşlik ediyor. “en güzel sen ağlarsın” kısmında ağlıyor, “en iyi sen gülersin” kısmında gülüyor ve “sen neymişsin be abi” den sonra “aaaa aaa aaaaaa” diye avaz avaz bağırıyor.
Şarkıyı akşam dinlemişse uyumadan önce kendi kendine tekar ediyor.  Bizde oturduğumuz yerde bebefondan Umut konseri dinliyoruz.
Ayrıca bu nasıl bir şarkıdır ki kaç çocuğu büyütmüş, kaç çocuğun diline takılmış, etkisi hiç azalmamıştır.  Şimdi 30'larına yaklaşan kuzenimi evin içinde “peki peki yondadık” diye zıplarken gayet net hatırlıyorum.  Sıra Umut'ta...

Bu akşam eşimle MFÖ konserine gidiyoruz.  Kendimi tutamayıp adamın yanına gitmem inşallah “oğlum sizi çok seviyor, şarkılarınıza bayılıyor” diye!
Ay ay ay ben de o annelerden oldum!

9 Ekim 2011 Pazar

vişne likörü

Konuşan çikolata diye bir ürün çıkmış, pastanelerde satılıyor. Üzerinde "iyi ki doğdun" yazan kırmızı paketi satın alıp eve geldik. Kayıt butonuna basıp Umut'un "abbllaaaaa" çığlığını kaydettik. Kutu her açıldığında çikolata "abblaaa"diyecek artık.  Çikolatayı kurdele ile sarıp kağıt poşete koyduk. Umut'a ayakkabılarını giydirdim, omuzlarından tutup kapıya yürüttüm. "hediyeyi sen ver" dedi babası ve poşetin sapını eline tutuşturdu. Tam 3 adım attı Umut elinde paketle.  Düşürdü sonra. "Olsun" dedik eşimle bir ağızdan. "olsun..."
2 kat yukarımızdaki evin ziline bastık
  Umut'un abla diye seslendiği kadın, benim çok sevdiğim Tülin komşum kanser. 2 gün önce doğumgünüydü. Uzun çok uzun zamandır çekiyor, sık aralıklarla kemoterapi görüyor, "kaçıncı metastas olduğunu sorma" diyor, ben de sormuyorum. 2 genç çocuğu var, kocasını akciğer kanserinden 10 sene önce kaybetmiş. Yüzü hep güler, herşeyi alaya alır, Umut'a da "kader arkadaşım" diye seslenir.
Kapıyı açması çok uzun sürdü, evde tek başınaymış, loş ışıkta kim olduğumuzu göremedi, sonra nefes nefese bizi içeriye buyur etti. Hediyemizi verdik, çok sevindi, Umut'un ellerinden defalarca öptü.  "Çok yoruldum bu sefer" dedi, toparlanamadım bir türlü... Sen çok iyi bilirsin zaten bunları..." deyince de  "ben bilemem, tahmin ederim sadece ama Umut bilir" dedim. Sonra Umut'un şaklabanlıklarına güldük beraber ve kalkmak için izin istedik.
Tam çıkarken "bak evde boş boş oturmuyorum, resim yapıyorum, örgü örüyorum, konserve dolduruyorum" dedi o neşeli yüzüyle. "Ayrıca vişne likörü yaptım yeni" dedi, "3-4 ay bekleyecekmiş, sonra içeriz beraber" İrkiliyorum vişne likörü lafını duyunca. En son Şuşu'nun yaptığı vişne likörünü Şuşu'suz içmek zorunda kalmıştık, kanserden aramızdan ayrıldığından dolayı.
Bir an kanserle vişne likörü arasında bir bağlantı mı var yoksa gibi sürreal bir düşünceye kapılıyor ve gidip likörün saklandığı şişeyi bir tekmede parçalamak istiyorum. Bu düşüncem kadar büyük bir saçmalık kanser, büyük bir kötülük, büyük pislik
Kanserden, parçaladığı hayatlardan, çektirdiği acılardan nefret ediyorum.
Umarım bu sefer likörü yapanla beraber içeriz.

6 Ekim 2011 Perşembe

bbc

BBC'nin sabah saatlerinde 1yaş üzeri çocuklar için yayında olan programının sunucusu tek kolu olmayan bir engelli. İsmi Carrie Burnell. Program bugün  hala devam ediyor mu bilmiyorum ama araştırırken 2009 yılında Carrie yayına ilk çıktığı günlerde izleyicilerden hem olumlu hem de olumsuz tepkiler almış. Olumsuz tepkilerin başında "çocuklarımızın psikolojisi bozuluyor" cümlesi geliyormuş. Sonra "kabus görüyor" en son da da "korkuyor"
BBC programının ve sunucusunun yanında olmuş ve programı değişiklik yapmadan devam ettirmiş.
Bu konu hakkında okuduğum yazılarda 2-4 yaş çocuklarının sadece "O'na ne olmuş? Koluna ne olmuş?" sorularına cevap aradıklarını ve eğer basitçe açıklanırsa "bu şekilde doğmuş" veya "bir kaza geçirmiş, ama bu istediği herşeyi yapabilmesi için bir engel değil" gibi açıklamalarda bulunulursa çocuğun tatmin olup programı seyredip sunucunun koluna bir daha hiç takılmayacağı, kanıksayacağı anlatılıyor.  Sorunun çocuklarda değil, anne babaların tutumlarında olduğunun üzerine bastırılıyor.
Carrie Burnell ise "benimle karşı karşıya kalan çocukların aileleri çocuklarının sorularına cevap verirken "ters bir şey söylerim" endişesi ile zorlanıyorlar. En kötüsü de çocuğu susturuyorlar. Halbuki evlerinin rahat ortamında ben ekrandayken sorulara basit yanıtlar vererek durumu kolayca çözebilirler" diyor.
BBC'yi bu uzun süreli yayını için tebrik ediyorum. Çocukları fanusta büyütmemeyi seçtikleri için, eşit hak ve özgürlükleri savundukları için, ve de gelen tepkilere aldırmayıp doğru bildikleri yoldan şaşmadıkları için.  Ayrıca aynı programda senelerdir "işaret dili"nin de öğretildiğini belirtmeden geçemeyeceğim.
Ya aynı programı alıp Türkiye'ye uyarlasak? Neler olur acaba?  O saçma sapan dizileri, yarışma programlarını, şovları alıp Türkleştirerek yayınlarken araya bir de bunu katmayı akıl edebilen birleri olsa?

5 Ekim 2011 Çarşamba

kıkır kıkır

Uzun zamandır İngilterede yaşayan çocukluk arkadaşımla buluştum. Son görüşmemiz bundan 4-5 sene öncesiydi.
Yemek yedik birlikte, eski günlerimizden bahsettik, çocukluğumuzu andık, çocuklarımızı anlattık. Çok sevindiğim bir şey söyledi sonra bana, "kıkırdaman geri gelmiş" dedi. "son gördüğümde seni sen yapan kıkırdamanın olmadığını  farketmiş, endişelenmiştim"
Umut'un bir gözlerini bana benzetirler bir de kıkırdamasını...
Bir daha bizden ayrılmaması dileğiyle...

saçmalama

geçenlerde çok sevdiğim bir iş arkadaşımla beraber moda dergilerinden birine bakıyorduk. "çanta çok güzel ama manken çok spastik durmuş" dedi. İlk defa duymuyordum bu benzetmeyi ondan. Daha öncekilerde susmuş, konuyu değiştirmiştim. Ayrıca o kadar çok rastlıyorum  ki bu kelimeyi bir aşağılama olarak kullananlara, normal konuşma diline geçti de ben mi bilmiyorum diye meraklanıyorum. Mesela  "sizin şirklette spastik bir herif var neydi O'nun adı"? diye sormuştu biri telefonda.
 Bu sefer uyarmaya karar verdim. "çok kullanıyorsun bu kelimeyi, kızıyorum sana" dedim usulca. Umut'un da bir spastik olduğunu , bunun bir tanı olduğunu, alay edilecek bir karakter özelliği veya bilerek yapılan hareketler sinsilesi olmadığını anlatmama gerek kalmadı. Gözgöze geldiğimizde tüm bunları yüzümden anladı ve bu konu bir daha açılmadı.
Bazen farkında olmadan çok saçmalıyoruz. Bazen bir uyarana ihtiyacımız oluyor. Keşke lise zamanlarımda beni de beğenmediğim ayakkabılar için "sakat ayakkabısı gibi" dediğim zaman uyaran biri olsaydı da şimdi Umut'a tıbbi adı atel / afo / kafo olan "sakat ayakkabılarının"  iyisini bulacağım diye ortopedicileri dolaşırken hatırlayıp utançtan yüzüm kızarmasaydı.

3 Ekim 2011 Pazartesi

şuursuzluk

Pazar günü eve döndüm. Evde Umut tarafından çığlıklarla karşılanmanın güzelliği anlatılır gibi değil. Hasret gidermek uzun, doymak mümkün değil.
İşler birikmiş, yazılacak yazılar birikmiş, okunmamış gazeteler birikmiş. Gazete eklerinden birini çekip okudum bugün. Ayşe Arman'ın yaptığı bir röportaj karşıma çıktı.
21 yaşında %100 engelli annesi olan bir anne ile yapılan bir röportaj. İçimi allak bullak etti. Zor bir hayat. Hep "allah sabır versin"lerle geçmiş. Baba yok. Para yok.  Çocuğun değil, kadının durumu vahim ama bence en vahim durumda olan, en acınacak olan Ayşe Arman'ın kendisi. Yazıyı sonuna kadar, bu tip hayatları çok duymuş, görmüş, hatta %96 engelli çocuğu olan bir anne olarak bizzat yaşamış bir anne olarak okudum. Yazı bitti, sonun ayrı renkte parantez içinde bir paragrafla yazılmış bir not vardı, Ayşe hanım'ın yazdığı, diyor ki:
"Evden dışarı çıktığımda ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Engelli bir çocuğunuz yoksa sizler de öylesiniz. Yatıp kalkıp şükredin"
Tüylerim diken diken oldu ve hemen klavye başına geçip bir mail döşenmek istedim bu "anlayışlı" köşe yazarına. "Ayşe hanım, ben de bir engelli annesiyim ama kendimi çok şanslı hissediyorum. Şaşıracaksınız belki ama bu deneyimi bana yaşattığı için yatıp kalkıp şükrediyorum"
7 yıldır, çevremde tanıyıp tanımadığım herkese,  bu blog'u kurarak ulaşabildiğim herkese engelli çocuk sahibi olmanın dünyanın sonu, bir annenin başına gelebilecek en kötü şey, bir şanssızlık, lanet veya cezalandırma olmadığını, bir varoluş, bir hayat biçimi, hatta bazen bakış açısına bağlı bir şans olduğunu anlatmaya çalıştım.  Oğlum hep sevgi ve ilgi gördü. Bugün 9 yaşındaki komşumuzun oğlu, sınıf arkadaşını Umut'la tanıştırmaya getirdiyse, birlikte elini tutup O'nu sevdilerse tüm bu düşüncelerin sonucudur. Eğer sürekli gülüyorsa hiç bşr zaman zavallı bir aile olduğumuzu düşünmediğimiz içindir.
 Oğlumla gurur duyuyorum.
Ama bu çok okunan yazar, haberinin sonuna bir paragraf koyarak tüm engelli annelerini şanssız, normal çocuk annelerini şanslı olarak ikiye ayırıyor. Zaten toplumumuzda oturmamış, zavallı engelli kavramını körüklüyor. Özetle "şuursuzluk" yapıyor.
Oturup tüm düşüncelerimi yazacağım kendisine, okur veya okumaz, ben elimden geleni yapayım da..