19 Ekim 2011 Çarşamba

Pınar Deniz

Pınar benim arkadaşım, daha önce de bahsetmiştim. Kendisi çok candan, neşeli hayat dolu ve de CP'li.  CP'li  olması onu Pınar yapan özelliklerinden biri, kendisini çok daha mükemmel bir insan yaptığını dahi düşünüyorum.  Ortak bir arkadaşımız aracılığıyla tanıştık.  Ben yaşlarda, işi gücü , çok sevdiği yakışıklı bir kocası ve her daim gülen bir yüzü olan bir fıstık!  O benim O'na "huzur verdiğimi" söylüyor, ben O'na "bana umut verdiğini"...
Bana geçenlerde bir öykü yazıp yolladı. Öyle güzel bir ana denk geldi ki okurken sanki Umut yazmış gibi okudum.  Engelli çocukların hayatlarını hep anne babalarından dinleriz, oysa o küçük yaşarda, o okullara, rehab. merkezlerine gittikleri anda ne hissederler, ne düşünürler bilmeyiz. İşte Pınar bunu yazmış. Bir gününü çok güzel özetlemiş.
Öykü biraz uzun ama paylaşmak için en uygun yer de burası;

Tanışma
Ortada kocaman, renkli bir top. Karpuz gibi dilimlenmiş. Herbiri değişik renkte olan sekiz dilim.

Salonun en dikkat çekici şeyi bu top. Duvarda tavana kadar uzanan ikiye ayrılmış tahta merdiven.
Yerde, salonun en uzak köşesinde bu merdivenin yere yatırılmış hali. Bir plastik masa, dört beş küçük sandalye. Masanın üzerinde birkaç boyama kitabı, birkaç tahta parçası. Üzerinde bu parçalara uygun oyuklar bulunan tahta bir levha. Yere gelişigüzel atılmış mavi minderler...
Büyük bir yer burası. Birkaç çocuğun oynadığı büyük bir yer. Çocukların herbiriyle başka bir kadın oynuyor. Kadınların hepsi beyaz ceket giymiş. Başlarında o beyaz bantlardan yok ama beyzaz terlikleri ve kıyafetleriyle hemşireye çok benziyorlar.
Salonun kapısında bir süre beklediler. İçeride, çocuklarla oynayan kadınlardan biri onlara doğru yürüdü.
- Merhaba, hoşgeldin.
Elini küçük kıza uzattı.
Dikkatle kadına baktı. İyi birine benziyordu. En azından şimdilik ona iyi davranıyordu.
Üzerindeki beyaz ceket olmasa belki daha sevimli olabilir, diye düşündü küçük kız. Elini kadına uzattı. Yumuşacıktı eli.
- Şimdi seninle içeriye gidip biraz oynayalım mı?
Hayır deme şansı yoktu. Bunu annesinin bakışlarından anlamıştı. Başını salladı. Sevimli görünüyor olmalıydı ki kadın eğilip yanağını okşadı.
Annesi gelmeyecekti. Bunu biliyordu. Böyle şeyler anneler olmadan yapılmalıydı.
Anneler dışarıda bekletilir, ancak her şey bittikten sonra içeri alınırdı. Anneler içeri alındığındaysa çocukların dışarı çıkma zamanı gelmiş olurdu.
Arkasını dönüp annesine baktı. Gülümsüyordu annesi. Onlar oyun oynarken annesinin odanın bir köşesinde durup gülümsemesinin ne sakıncası olabilirdi ki. O hiç karışmazdı. Başkalarıyla oynarken ya da birileri ona sorular sorarken annesinin karıştığını hiç hatırlamıyordu. Ancak cevabını bilmediği ya da daha önce hiç duymadığı sorular karşısında çaresiz kaldığında konuşur ve söze hep biz diye başlardı.
- Neden konuşamıyorsun?
Konuşamamak mı? konuşuyordu ya işte. Aklına gelen her şeyi söylüyor, merak ettiklerini sorabiliyordu ya. Konuşmanın başka bir anlamı olmalı, diye düşünmüştü bu soruyu ilk kez duyduğunda. Annesi bütün anlamlarını biliyor olmalıydı ki yine söze biz diye başlamış ve soruyu cevaplamıştı.
Yapamadığı şeyler arasında konuşmak yoktu. Yani, en azından annesi bundan hiç bahsetmemişti. Evet, yürürken sallanıyor, başı zaman zaman isteği dışında hareket ediyor, kalemi güzel yazacak kadar iyi tutamıyordu. Bütün bunların bir sebebi vardı elbette. O doğarken bir şey olmuş, doktorlar hata yapmışlardı. Annesi bütün bunlara “şans” diyordu. Hiçbir şey onun suçu değildi. Annesi bunu defalarca tekrarlamıştı.
Annesini arkada bırakıp koridor boyunca kadını takip etti. Koridorun ucundaki oda salondan daha küçüktü. Çok daha küçük. Duvarlar kabarık, sarı minderlerle kaplanmıştı. Yer de koyu mavi halıyla.
- Gel bakalım. Otur şöyle.
Yine bir plastik masa ve etrafında birkaç küçük sandalye. Yerde, birbirine eklenmeyi bekleyen bir sürü oyuncak parçası ve öbür odadakiyle kıyaslanamayacak kadar küçük bir top. Topun üzerinde hayvan resimleri. Oturdu. Oyun oynamayacaklardı, bunu biliyordu. Neyi yapıp neyi yapamadığını öğrenecekler, sonra annesi içeri girdiğinde ona anlatacaklardı. Annesinin odaya alınmamasını anlamak zordu. O zaten her şeyi bilmiyor muydu? Geceleri yatağına işediğini biliyordu ya işte, daha ne.
Kadının dışarı çıktığını görmemişti. Odada yalnız olduğunu farkeder etmez masanın üzerindeki kalın, kocaman defteri önüne çekti. Koridora baktı. Kimse gelmiyordu. Defteri açtı. Açtığı sayfada bir sürü küçük kare ve karelerin içinde küçük yazılar vardı. Defteri kapadı. Hiçbir şey anlamamıştı.
Kadın elinde bir sürü kağıtla odaya girdiğinde etrafta görüleecek bir şey de kalmamıştı.
- Sıkıldın mı?
- Evet.
Eve gitmek istiyordu. Yapması gerekenleri yapamazsa annesi ona belli etmeyecek ama üzülecekti. Bu, ikisinin sınavıydı.
- Pekala, şlmdi oynamaya başlayalım. Bana bu resimdekilerin ne olduğunu söyler misin?
- Tavuk. Ağaç, çam ağacı. Maymun.
 Kolaydı. Çok kolay.
Ne çok kağıt vardı kadının elinde. Hepsini soracak mıydı acaba? Hayvan isimlerini biliyordu işte. Meyveleri, renkleri. Çok olmuştu onları öğreneli.
Kadın nihayet bildiğini anlamıştı. Elindeki kartonları yere koydu.
- Şimdi bu kalemi al bakalım. Bu tavşan acıkmış, havuca gitmek istiyor. Ona yol gösterelim.
Kadının masaya koyduğu yeni kartondaki resme baktı. Bir sürü yol arasında havuca gideni bulması gerekiyordu. Yolu gözüyle takip etti. İşte havuç! Tavşandan havuca uzun, dar bir yol. Çok dar. Kalemi eline aldı. Yolu ezberlemişti ama iki çizgi arasındaki uzaklık çok azdı. Tavşan buradan sığmayacak, diye düşündü.
- Bulamadıysan birlikte yapmaya çalışalım.
Kalemi yine yanlış tutuyordu. Oysa annesi nasıl tutacağını defalarca göstermişti. Kalemi birlikte tutup sayfalarca çizgi çizmişlerdi. Kalemi masaya bıraktı. Kadın ona bakıyordu. Parmağıyla havuca giden yolu takip etti.
- Çizmek istemiyor musun?
Elbette istiyordu. Kalemi ne zaman eline alsa, yapması gereken ilk şeyin onu düzgün tutmak olduğunu hatırlayıp sol elinin de yardımıyla kalemi parmakları arasındaki doğru yere yerleştirir, kalemi fazla sıkmamaya çalışarak çizmeye başlardı. Parmakları isteği dışında hareket eder, bir türlü istediği gibi çizemezdi. Neden yine aynıydı. Doğum sırasında yapılan hata. Beyninin nokta kadar küçük bir yeri hava almamıştı. Bütün bunların sorumlusu o küçücük noktaydı.
- Düzgün olması gerekmiyor, haydi çiz.
Kalemi eline aldı. Yine yanlış tutuyordu. Aldırmadı. Nasıl olsa düzgün çizmesi gerekmiyordu.
- Kalemi çok sıkmazsan daha rahat çizersin.
Sıkmıyordu ki, her zamanki gibi, yalnızca tutuyordu.
Çok sıkılmıştı artık. Buradan çıkmak istiyordu.
Dar çizgilerin içinden havuca giden bir yol çizdi. Güzel olmamıştı. Çizgilerin dışına taşmıştı.
- Çok güzel. İşte bu kadar. Şimdi bu tahta parçalarını yerlerine yerleştirmemiz lazım.
Kadın yerden aldığı renkli tahta parçalarını ve tahta levhayı masanın üzerine koydu. Tırmakları ne kadar da uzundu.
“Aynı şekli bulma oyunu”. Bu bir oyunsa adı bu olmalıydı. Tahta parçalarını tek tek alıp yerlerine koydu. Zaten parçalar rahatça kavrayabileceği kadar büyüktü ve oyuklar da tam bu parçalar için yapılmıştı.
- Peki canım, artık çıkabiliriz.
Kadın kapıyı açıp onun çıkmasını bekledi. Koridoru geçip anne babaların beklediği yere geldiler. Annesi yanında oturan kadınla konuşuyordu. Kadının kucağında sürekli tavana bakan bir oğlan oturuyordu. Arada bir tavanda komik bir şey görmüş gibi gülüyordu çocuk. Şişmandı. Annesi sık sık, ağzının kenarından akan salyaları siliyordu.
Kendi annesine baktı sonra. Gülümsüyordu. Ayağa kalkıp onlara doğru geldi.
- Bitti mi?
- Evet, bitti. Biraz sıkıldık galiba ama o çok akıllı bir kız annesi. Biraz konuşalım mı?
Şimdi de annesinin içeri girme zamanıydı. Gidip orada kendisi hakkında konuşacaklardı. Ancak daha sonra buradan çıkabilirlerdi.
- Sen gidip arkadaşlarınla oynayabilirsin.
Onlar koridora doğru ilerlerken o da büyük salona gitti. Şimdi, ilk girdiğinden daha az çocuk vardı burada. İçeri girdi. Kimse ona bakmıyordu. İşte bu harikaydı. Ne zaman bir yere girse herkesin ona bakmasından sıkılmıştı artık. Buraya ilk girdiğinde dikkatini çeken topun yanına gitti hemen. Gerçekten çok büyüktü. Kucaklayıp kaldırmak için kollarını açtı. Kolları topu tutup havaya kaldırabilecek kadar uzun değildi. Top çok güzeldi ama onunla oynayamıyordu işte.
Canı sıkılmıştı. Salona tekrar göz attı. Köşeye, masanın durduğu yere doğru yürüdü.
- Adın ne?
- Merve
Gözleri ne kadar da büyüktü öyle. Masmavi, kocaman gözler, küçücük bir burun ve kıvır kıvır, kahverengi saçlar... Tıpkı çizgi filmlerdeki güzel kızlara benziyordu Merve. Elinde birkaç tane boya kalemi vardı. Önündeki boyama kitabını gösterdi.
- Boyayalım mı?
Merve’yi sevmişti.
Yanındaki sandalyeye oturdu. Masadaki renkli kalemlerden birkaçını aldı. Kitabın kendi tarafına düşen sayfasındaki resme baktı. Boyanması zor bir resimdi bu. Her şey çok küçüktü. Kelebeğin kanatlarını sarıya boyamak istiyordu. Kanatların üzerindeki yuvarlak benekler olmasaydı bunu yapabilirdi belki ama o benekler vardı ve onların kırmızı olması daha iyi olurdu. Sonra yanındaki kızın sayfasına baktı. Ne de güzel boyamıştı Merve. Çizgilerin dışına hiç taşmamıştı.
O da annesini bekliyor olmalıydı. Ona da aynı şeyleri yaptırmışlar mıydı acaba? Resimleri bu kadar güzel boyayabildiğine göre içerideki tavşanın gideceği yolu çizmek de kolay gelmiş olmalıydı. Merve kendisinden daha şanslıydı.
Boyamaktan vazgeçip merdivenin yanına gitmek için ayağa kalktı.
- Gidiyor musun?
- Resimler çok küçük.
- İstersen başka sayfaları açarız.
- Ben merdivene gidiyorum.
- Burada başka oyuncaklar da var.
Merdivene doğru yürüdü. Yerdeki minderlerde yatan çocuklar önce sağ bacaklarını, sonra sol bacaklarını havaya kaldırıyorlar ve sonra ikisini birden yere indiriyorlardı. Ayakta duran beyaz ceketli kadın da sayıyordu.
- Bir, iki, daha yukarı. Şimdi tekrar yapalım. Dizlerimizi kırmıyoruz. Güzel.
Merdiven neredeyse tavana kadar çıkıyordu. Sonuna kadar tırmanıp tırmanamayacağını bilmiyordu.
Denemek istedi. Elini merdivenin beşinci basamağına koydu. Çekti. Tekrar koydu. Yukarıya çıktıktan sonra korkacak olursa ne yapacaktı.
Ayağını ilk basamağa koydu. İlk basamak bile yerden çok yüksekti. Sonre öbür ayak. Bir, iki, üç, dört. Yerden bayağı yüksekteydi şimdi. Ama henüz inmek istemiyordu. Daha yukarıya... Annesi görürse kızacaktı. Şimdi tahta yuvarlakları daha sıkı tutuyordu. Attığı her adımda korkusu biraz daha artıyordu. Aşağıya baktı.
- İn oradan canım, düşeceksin.
Az önce yerde yatan çocukların yanında gördüğü kadındı bu. Sesi erkek gibiydi. Çok sıkı tutunuyordu. Düşmezdi ki.
- Hadi canım, dikkatlice in.
İnmek zorundaydı. Merdivenin sonuna, en tepeye baktı. Daha çok basamak vardı. Şimdi, demin yaptığının tersini yaparak yavaş yavaş aşağı inmesi gerekiyordu. Sağ el bir basamak aşağı, sonra sağ ayak...
- Tekrar çıkmak istediğinde bana haber ver, tamam mı?
Kadın birazcık kızgın görünüyordu. Önemli değildi ama. Nasıl olsa biraz sonra arkasını dönüp gidecekti.
O, en kısa zamanda merdivene tekrar tırmanmak istiyordu. Başını kaldırıp, çıktığı yüksekliğe bir kez de aşağıdan baktı.
- Ne kadar tehlikeli bir şey yaptığını anladın değil mi?
Kadın cevabı beklemeden arkasını dönüp gitti. İyi olmuştu. Zaten cevap vermek istememişti. Ne çok soru vardı cevaplanacak.
Merve’nin yanına gitmeye karar verdi. Belki birlikte şu büyük topu kaldırabilirlerdi. Arkasını döndü.
Masaya baktı. Merve yoktu.
- Haydi kızım, gidiyoruz artık.
Annesi ve kadın salonun kapısındaydı. Onlara doğru yürüdü. Tam kapıya geldiğinde dışarıda, bekleme odasında Merve’yi gördü. Yanındaki annesi olmalıydı. Yaşlıydı kadın. Başını anneannesi gibi bağlamıştı. Gözleri tıpkı Merve’ninkiler gibi kocamandı. Elinde bir kağıt vardı.
Merve, önce bir ayağını yerden hiç kaldırmadan ileriye doğru itti. Düşecek gibiydi. Vücudunun üst kısmı sallanıyordu. Sonra öbür ayağını da aynı şekilde sürükleyerek diğerinin yanına koydu. Birazcık zor yürüyordu Merve. Her adım atışında korkuyor olmalı, diye düşündü.
- Annene evde çalışman gereken birkaç hareket gösterdim. Bir hafta sonra tekrar görüşeceğiz.
Kadına baktı. Ona cevap vermesi gerekiyor muydu?
- Tamam dedi sessizce.
Merve de sık sık geliyor muydu acaba buraya.
- Çalışacağız, söz.
Annesi konuşurken kendinden çok emin görünüyordu.
Merve’ye baktı tekrar. Annesi yanında yoktu. Sırtı duvara yaslı, ayakta duruyordu. Şimdi düşme tehlikesi yok gibiydi.
- Çok teşekkürler, haftaya görüşmek üzere.
Annesi sırtına hafifçe dokundu. Gitmeleri gerekiyordu. Kadın büyük salona girdi. Kapıya doğru ilerlediler. Merve’ye yaklaşıtklarında küçük kız durdu. Sağa, Merve’ye doğru birkaç adım attı.
- Gidiyor musun?
Merve sıkılmışa benziyordu.
- Evet ama bir hafta çalışıp tekrar geleceğiz.
- O zaman tekrar resim boyayabiliriz.
- Hem ben evden pastel boyalarımı da getiririm.
Hafifçe gülümsedi Merve.
- Tamam.
Annesi onu kapıda bekliyordu. Elinden tuttu. Yavaş yavaş merdivenden indiler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder