22 Mart 2012 Perşembe

dolu dolu haftasonu

Cumartesi


Saat 11:00 tiyatroyadayız korku, heyecan, neşe bir arada
Saat 13:00 akadlardayız. Refleksoloji seansı. Umut Pravin’e şirinlik yapıyor. Pravin Umut’u her gördüğünde daha da büyüdüğünü söylüyor. Ameliyat sonrasına göre karnının çok daha yumuşak olduğunu ve bu yüzden masaj sırasında bağırmadığını söylüyor
Saat 14:00 Yıldız Posta caddesinde Hüsrev’deyiz. Karadeniz tecrübeli Umut mercimek çorbasını yalayıp yutuyor. Her kaşıkta “oooh” diyor. Garsonlar çok özenli. Bir isteğimiz olur diye yanımızda duruyorlar. Neredeyse Umut’a onlar yedirecek.
Saat 16: evdeyiz, topla oynayıp kıkırdıyoruz
Saat 17: Babaanne, hala, kalinkam ve küçük Leyla geliyor. Umut babaanneye bayılıyor. Leyla ile oynamak istiyor, Leyla ne oynayacağını bilemiyor, öyle mi böyle mi derken azıcık koltukta dönmece, azıcık aç kapa, azıcık da Fasulye tutmaca oynuyorlar. Leyla yine Umut ve beni çiziyor.
Saat 21:00 uyku zamanı Umut bitmiş…


Pazar

Saat 11:00 Eski arkadaşlarım Tunca çifti ve güzel gözlü oğulları Tuna bize kahvaltıya geliyorlar. Hava çok güzel, Umut keyifli, Tuna halinden memnun, biz büyükler huzurluyuz.
Saat 14:00 bahçede scooter zamanı. Yazdan beri ilk defa biniyoruz. Umut hemen gaz veriyor “ınnn, ınnnn”
Saat 17:00 ofisten kızlar geliyor. Hepsi birbirinden güzel 6 abla. Umut mest. Hangisine baksa şaşırıyor. Hangisine göz kırpsa, öpücük verse, saçını sevse? İçi taşıyor kalkmak istiyor, meğer dans edecekmiş. Kollar ayrı kafa ayrı sallanıyor. “abblaaa bak!” kızların arasında bir de yakışıklı Çınar bebek var. Hiç sesi çıkmadığı için Umut rahat. Oh keşke tüm bebekler Çınar gibi olsa!
Saat 20:00 uyku zamanı Umut ayakta uyumuş…

İşte bunu seviyorum; dolu dolu, güneşli, bol kahkahalı, huzurlu haftasonlarını!

20 Mart 2012 Salı

tiyatrooo

Çok sevinçliyiz, tiyatroya gidiyoruz. Geçen haftalarda öğretmeninden gelen not üzerine programı yapmışız. Notta Umut’un okula gelen kukla tiyatrosunu çok sevdiği ve en çok eğlenen çocuklardan biri olduğu yazılıydı. Bir an önce müzikli danslı bir oyuna götürün Umut’u diye de belirtilmişti. Söz dinleriz biz, her zaman…

Kültür Merkezi evimize yürüyerek sadece 3dk olduğundan oyunun başlamasına 10dk kala evden çıkıyoruz. Umut tekerlekli sandalyesinde, keyfi yerinde. “tiyatroya gidiyoruzzz” deyince ben, “ya.ya” diye bağırıyor. Kapıdan girince kalabalığı fark ediyorum. “Asansörle 3. Kat” diyorlar. Asansörü beklerken biz suskunlaşıyor Umut. Herkes ona bakıyor, o asansörün kapısına. 3. Kata geldiğimizde insan seli ile karşılaşıyoruz. Ben Umut’u salona nasıl sokacağım, tekerlekli sandalyeyi nasıl geçireceğim diye düşünürken, bir görevli sandalyesiyle beraber Umut’u tuttuğu gibi havalandırıyor ve salona sokuyor, en ön sıraya getirip bırakıyor. Önce yan yana oturuyoruz. Sonra bakıyorum dudaklar sarkmış, el heyecandan kasılmış, kucağıma alıyorum. Gürültü var, müzik sesi çok yüksek, çok kalabalık … “bak diyorum birazdan buraya ağabeyler, ablalar çıkacak, oyun oynayacaklar, biz seyredeceğiz, çok eğleneceğiz” , “tamam” diyor, buraya kadar tamam “herkes alkışlayacak” bu tamam değil işte. Alkış kelimesini duyunca kolumu sıkıyor korkudan “biz de alkışlayacağız” diyorum. Işıklar kapanınca bir çığlık atıyor, sevmiyoruz birden karanlıkta kalmayı. Herkes bağırdığı için Umut’un çığlığı arada kaynıyor. Yanımda oturan kadın, dönüp Umut’un saçını okşayınca bizimki rahatlıyor, “abla” diye kadına şirinlik yapmaya başlıyor. Sahneye oyuncular çıkıyor. Komik kıyafetler giymişler, zavallı bir dekor var. Umut bakmıyor ama dinliyor. Kafasını bana yaslıyor, her an tetikte. Sahnedeki kadın oyuncu “ben şimdi kedi olacağım” diyor. Umut “ abla miyavvvv” diye bağırıyor. Sahnedeki erkek oyuncu “ben şimdi köpek olacağım” diyor, bizimki “abii hav hav” diyor. Dinliyor, gülüyor. Sahne aralarında ışıklar sönünce ağlıyor, yanınca susuyor. Işıklarda inadına yanıp sönme moduna getiriliyor, disko gibi oluyor ortalık, bir de müziği köklüyorlar iyice, bizimki avaz avaz. Çıkartsam mı acaba dışarı diye düşünüyor sonra vazgeçiyorum, tek başıma bu kalabalık salonda yapabileceğim iş değil. Benim de sabretmem gerek.
İyi ki sabrediyorum, çünkü sonlara doğru iyice alışıyor bizimki. Kafayı sallıyor, gülüyor, laf atıyor.
Birden ben daha ne olduğunu anlamadan bitiyor oyun. Aaa ne güzelmiş ya çocuk oyunu ya, hemencecik bitiyormuş.
Montunu giydirirken salon boşalıyor. Birden yanımızda 3-4 kadın beliriyor çocukları ile beraber. Hepsi ayrı ayrı “sevebilir miyiz?” diyorlar. Eğilip öpüyorlar, çocukları ile Umutu elele tutuşturuyorlar. “Yardım edelim” diyorlar, “beraber bindirelim asansöre.” Seviniyorum, hem de çok. Biz her cumartesi geliriz buraya yahu, hem de evimize yürüyerek sadece 3dk.  Oyunun adı neydi sahi?



13 Mart 2012 Salı

taşınıyoruz

Bir kaç gündür ilk evimizi düşünüyorum. Ben 4-5 yaşlarındayken başka bir eve taşınmışız. Hatırlamaya çalışırken, mutfağı, yatak odasını , salonu, eşyaların rengini, desenini, uyuya kalıyorum. Sonra başlıyor rüyalar, odadan odaya, pencereden, bahçeye... Hangisi gerçek, hangisi rüya karıştırıyorum uyandığımda.

Annemle konuştuk dün, eve dair hatırladıklarımı anlattım, şaşırdı.
Bu ay sonunda taşınıyoruz biz de. Bakalım Umut ne kadarını hatırlayacak bu evin. Ne kadar güzel olduğunu, kocaman pencerelerini, kocaman bahçemizi, etraftaki çiçekleri hatırlayacak mı acaba? Evin ve bahçenin her köşesini biliyor, her geçeni de tanıyor zira.
Yeni bir yere geçmenin, huzurlu ve sıcak bir yuva kurabilmenin heyecanını yaşamaya başlayamadım henüz. Hala ayrılacağımız evin rahatlığından ve getirdiği lüksten kopamıyor düşüncelerim.
Ayrıca yeni yeni insanlar var olacak şimdi, yeni sorular, en baştan anlatmalar başlayacak.
Bakıcımızı uyardım dün. “sana çok iş düşüyor “dedim. “ah ah, vah vah diyenler olacaktır, herkes soru soracaktır. Anlat elbette ama ne kadar mutlu olduğumuzu da anlat, kendimizi şanslı gördüğünüzü de” “tamam” dedi, “ben biliyorum ne yapacağımı merak etmeyin, acıyan falan olursa siz dönün de kendi poponuza acıyın diyeceğim. Dimi Umut?” diye de sordu. Umut sırıtarak“popo” dedi sonra hepimiz güldük, Mühür dahil…

11 Mart 2012 Pazar

tokyo

Japonya bir görsel şölen! Bakmaya doyamıyor insan!

Beni sevmedi, istemedi Japonya, ağlattı bir de üstelik ama ben onu sevdim, yılışık gibi yakasına yapıştım.
11 saatlik uçuşta önce boğazım şişti, sonra ateşim çıktı, muhtemel Umut’tan kaptım hastalığı taa oralara kadar taşıdım. Valizim çıktı ama çek çek kolu çekilmiyor, telefonum var ama çekmiyor. Eve ulaşılmıyor. Çocuğun dikişler alındı mı, öksürüğü bitti mi bilinmiyor. Hapşırmadan duramıyorum, mikrop fobili, maskeli tüm Japonları korkutuyorum. Saat farkı çok, uyuyamıyorum. Odam 12. Katta küçücük bir kutu. Ben içinde yuvarlanan minik bir fare, o ne depremdi öyle! Hava güzel demişlerdi baktığım tüm kanallar, ama sürpriz bir tipi çıkardı karşıma Tokyo. Göz gözü görmedi tüm gün. En sonunda gittiğim bir tapınakta yüzlerce fal çubuğu arasından çektiğim “çok kötü şans”ı ve “sabırlı ol”u okutunca bir Japon’a, sinirlerim daha fazla dayanamadı, bir iki damla yaş fışkırttı.
Yine de sevdim Japonyayı, o pespembe kıyafetli, peruklu kızları, oyuncak bebekten farkı olmayan çocukları, hala kimonoyla dolaşan teyzeleri, saygıyla eğilen insancıkları, tasarım dehalarını, desenli çoraplarını, sakinliklerini, sushisini, zen felsefesini…
Geri dönerken uçakta hastalığım birdenbire geçiverdi, iner inmez telefonum çalıştı, valizim çalışır vaziyette teslim edildi, şansım geri döndü, moralim düzeldi, yüzüm güldü.
Bir dahaki sefere kiraz çiçeği mevsiminde gideceğim, belki o zaman iyi davranır bana Japonya, pembiş pembiş çiçekleriyle…







9 Mart 2012 Cuma

gıcık

Gıcık öğrenci olmuş Umut ben yokken. Hani vardır ya öğretmenin yalakası, hani en önde oturup tüm sorulara parmak kaldıran, hani “birinç!” olan.

Öğretmeni diğerlerini uyarırsa sınıfta benimki de aynı uyarıyı dönüp arkadaşına yapıyormuş, tam kelimelerle değil ama ses tonuyla! Öğretmeni başka bir çocuğa soru sorduğunda benimki hemen patlatıyormuş cevabı. Dur durak bilmiyormuş sıra beklemeden tüm denilenleri yapıyormuş, şarkıysa şarkı, danssa dans!

Gıcık öğrenci Umut, ahaha çok komik yahu!

daha var...

Dün annemin saçlarını kestim ben, oğlumun saçlarını kestiğim aynı makine ile... Sonra uçurdum pencereden dışarı o saçları. Kıyamadım çöpe atmaya, havaya saçtım, belki kuşlar alır yuva yaparlar, içinde bebekler büyütürler diye. Kısacık oldu, bembeyaz… Ne çok yakıştı, ne güzel oldu…

Benden doğan o yüce varlığın adının yanından kovaladığım“kanser” , benim doğduğum o diğer yüce varlığın adının yanında anılıyor bu aralar. Annem kanser… O dev kadın, ikinci kez kanserle savaşıyor.
“Olsun varsın yürüyemesin, olsun varsın konuşamasın, biz onu çok seviyoruz” dediği gibi torunu için, aynı ses tonuyla “olsun varsın saçım olmasın, ben iyileşeceğim” diyor.  Sapasağlam karşımda duruyor.  Kemoterapi aldığı yataktan güler yüzüyle poz poz fotograf çektirip mesaj atıyor.  İlaçlar bitince çıkacağımız tatili planlıyor.
Hep umut yazdım ben bu blogda yine umutla devam edeceğim.
Annem bu sefer de galip gelecek. Umut anneannesine her akşam telefon açacak, görünce sevinçten havalara fırlayacak. Annem hep yanımda olacak.
İlk seferinde, ameliyata girerken ona demiştim ki “dur bakalım, çok işimiz var, daha Umut’u büyüteceğiz” , şimdi de “işimiz bitti sanıyorsan yanılıyorsun!” diyorum. Oğlan daha büyümedi, daha yapacak çok iş var …