31 Mart 2011 Perşembe

söz

Suriyeye gittim. İş için. sadece 1 gece kaldım, 1 fabrika gezdim. Fabrikanın sahibi ve iki kızı beni ağırladılar, rahat etmem için ellerinden geleni yaptılar. Fabrikayı gezerken her bölümde engelli bir işçinin çalıştığını farkettim. Tekerlekli sandalyesiyle dikiş makinası kullanan da vardı, mikrosefalisi olan da, tek eli işlemeyen de. Utandım, kendi ülkemde o kadar çok tekstil fabrikası gezip, bir tane bile engelliye rastlamazken Suriye'de ise tek fabrikada 3-4 kişi ile karşılaşınca...
Bir yandan da içime bir kurt düştü "acaba?"
Akşam yemeğe çıkardılar. Fabrika sahibinin eşi ile yanyana oturdum. Ana dili gibi ingilizce konuşan, çoktan emekli olmuş, jinekolog doktor,oldukça  sert duruşlu ama kalbi pırıl pırıl bir hanımefendiydi. Önce ağız aradım, arsızca zorladım. Sonra dedim ki "benim bir oğlum var 7 yaşına girecek, engelli" Önce bir sessizlik oldu. Sonra kadın elini omzuma koydu "benim de bir oğlum var, 37 yaşında, o da engelli"
Anlamıştım... Tüm belirtiler vardı. ..Fabrikada çalışılan işçilerin dışında,  sözle anlatması çok zor olan ancak yaşayanın bilebileceği bir takım belirtiler.  Yazamam, anlatamam, ama anlarım...
Konuştuk, güldük, azıcıkta ağladık karşılıklı.  Onlar yolu yarılamıştı, ben daha başındaydım.
 Neler yaptıklarını, hangi ülkelerde ne kadar sürelerle terapi ve rehabilitasyon için kaldıklarını, gönderdiği yatılı okulları, doktorları, öğretmenleri, akıllarına gelen her şeyi yaptıklarını, evlerinin bahçesindeki sadece oğlanın kullandığı havuzu anlattı annesi...
Fiziksel hiç bir sorunu olmadığını yok fakat konuşmadığını, kendini ifade etmediğini, onları tanıdığını, arada sırada sadece annesi ile gözgöze geldiğini anlattı babası.
Ama herşeye rağmen mutluydular, tıpkı bizim gibi...
Sonra kadın hayatta duyduğu en büyük pişmanlığın 2 çocuk daha yapmaması olduğunu anlattı.  Engelli oğlundan küçük 2 kızı daha vardı aslında ama "yetemiyorlar" dedi," kendi hayatları, aileleri var ve oğluma yardım için yetemiyorlar, keşke 2 çocuk daha yapsaydım. Anla o kadar zor bu durum"". O yüzden" dedi "acilen bir kaç çocuk daha yap beni dinle, sonra kafanı taşlara vurursun".
Söz istedi, verdim...

30 Mart 2011 Çarşamba

ne verilirse

son zamanlarda okuduğum en güzel yazı, Yılamz Özdil yazmış gazetede, mail olarak dolaşıyor.
budur dedim ama burada eleştirdiklerinden biri de benim:

"Annaneniz öpülesi elleri parçalanırcasına, ovalaya ovalaya tarhana yaparken, siz, “Aman annane be, boş versene” deyip, marketten hazır çorba alıyordunuz ya... Annane rahmetli oldu ve siz, o tarhananın tarifini annaneden alıp, bir kenara yazmadınız ya... İşte o nedenle, siz, genetiği değiştirilmiş organizma yemekten kurtulamazsınız maalesef.
*Ne verirlerse.. .
Onu yiyeceksiniz.

*Kız evlat yetiştiriyorsunuz, en iyi okullara gönderiyorsunuz. ..
Piyano çalıyor, İngilizce konuşuyor, Grammy alanları tek tek biliyor. Bilmeli... Ama alt tarafı limon, şeker ve su kullanıp, limonata yapmasını bilmiyor! Yoğurdu çırpıp, ayran yapamıyor, ayran...
İşte o nedenle, kızınız, genetiği değiştirilmiş meşrubat içmeye mahkûm maalesef... Torunlarınız da.

*Zahmet edip sütlaç yapmadığınız için, kek yapmaya üşendiğiniz için...
İçinde ne olduğunu bilmediğiniz gofretleri, mısır patlaklarını kemiriyor sizin oğlan!
Hamur tutmayı, şöyle mis gibi ıspanaklı bi börek yapıp, çantasına koymayı bilmediğiniz için, hamburger bağımlısı oldu.
Tahin-pekmezi “köylü işi”, vıcık vıcık yağ fışkıran kremaları “modernite” sandığınız için, daha 10 yaşında ayıya döndü, yuvarlana yuvarlana yürüyor, tıkanıyor, merdiven çıkamıyor.

*Size zor geliyor ama, zor mu evde yoğurt yapmak?
İstanbul'un güneşi müsait değil, anlarım, zor mudur İzmir'de, Antalya'da, Adana'da evde salça yapmak?
Şikâyet edip duruyorsun, içine katkı maddesi konuyor, zorla beyazlatılıyor diye...
İster tam buğday unundan, ister çavdardan, hakikaten zor mudur evde ekmek yapmak? Bütün ailen kabız...
Tonla para verip, abuk sabuk ambalajlı-meyveli saçmalıklardan medet umacağına, niye öğrenmiyorsun kabak tatlısı yapmayı?

*Güya, çoluğunu çocuğunu düşünüyorsun, taze taze yesinler diye, pazara gidiyorsun...
Eğri büğrü biberlere, doğal olduğu için tuttuğunda ezilen domateslere ağız burun kıvırıyorsun, hormonlu, tornadan çıkmış gibilerini alıyorsun...
Ne işe yaradı senin pazara gitmen?

*Kocanız da, bu satırları okuyup, size akıl verecek şimdi... Söyleyin ona, ukalalık etmesin, götürün aktara, hatmi çiçeğiyle zencefili birbirinden ayırt etsin, ondan sonra konuşsun!

*Enginar, börülce, radika, cibes pişirmekten haberin yok; gazetelerin tiraj almak için kıçından uydurduğu kıçımın uzmanlarından fıldır fıldır brokoli tarifleri öğreniyorsun.. .
Brüksel lahanası yiyerek mi AB'ye gireceğini sanıyorsun?

*Çin'den bal getiriyorlar mesela...
Taaa Arjantin'den, Meksika'dan bal getiriyorlar.
Neymiş efendim, içinde genetiği değiştirilmiş organizma olabilirmiş falan... İçinde tavuk ibiği, maymun kulağı olmadığına şükredin!
Ben iddia ediyorum...
Kaşla göz arasında frankeştayn ürünlere kapıları açan arkadaşlarla, Amerikan çiftçilerinin avukatı profesörlerimiz, sırf karakovan balına sahip çıksa, Şemdinli'de, Pervari'de terör bile azalır, terör bile.

*Uzatmayayım.
Mutfak genetiğimizi kaybettik biz.
*Elin adamı, mısırdan, soyadan, domatesten önce beynimizin DNA'sını değiştirdi!
*Hurrraaa diye köyden kente göçerken, dışarda tıkınmayı şehirleşme zannettik. Ambalajlı ürün tüketmeyi, zenginleşme zannettik.
*Dolayısıyla, ya kafayı değiştirip, özümüze döneceğiz... Ya da ne verirlerse onu yiyeceğiz.

yavrular

Sri-lanka'dan annemi aradım "az önce yavru bir fil besledim" diye. Güldü,  "ben de az önce buradaki yavru fili besledim" dedi.  Sevindim. İki yavru da doymuş...

29 Mart 2011 Salı

çiçek

çimenlerde oturuyoruz, hava güzel, güneş ışıl ışıl, yanımda arkadaşım, kucağımda oğlum, koyu bir sohbete dalmışız. İş, güç, proje konuşuyoruz, Umut huysuzluk yapmadan bizi dinliyor, çevresindeki kalabalığı dinliyor, oynayan çocukları, havlayan köpeği, ezan sesini... O sırada yanımıza bir kız çocuğu yaklaşıyor, yere kadar uzun paltosu var, masallardan fırlamış gibi lüleli saçları. Elindeki  çiçeği uzatıyor Umut'a. Şaşkınlıkla alıyorum çiçeği, Umut'un eline tutuşturuyorum. Çok teşekkür ediyorum ufaklığa dudaklarımla ve  kafamı kaldırıp uzaklardaki annesiyle gözgöze gelince yine teşekkür ediyorum gülümseyerek ama bu sefer tüm kalbimle!

28 Mart 2011 Pazartesi

ayıp kelimeler

iki kelimeyi bir araya getirmeyi pek tercih etmez Umut. Yani önce "anne" der, biraz zaman geçer "geel" gelir ardından.  Çok nadir anlarda "anne gel" diye seslenir. Okulda yapmaya çalıştığımız şeylerden biri de kelimeleri birlikte kullanmasını sağlamak.  Uğraşıyoruz kendi kendimize ama oğlan inatçı.
Fakat geçenlerde eve gelip kapıyı açtığımda, ev halkını Umut'un başına toplanmış kahkahalarla gülerken buldum. En çok da Umut gülüyordu. " Bak annesi" dediler  "Umut ne söyleyecek sana"  " Evet"  dedim "dinliyorum."  Umut büyük bir ciddiyetle fısıldamaya başladı  "popo, pipi, meme!"  sonra bir kahkaha patlattı.   Altını değiştirirken "popo" ve "pipi"  diyordu evet de "meme"  nereden çıkmıştı, üstelik biz yanyana iki kelime kullansın diye çocuğa türlü egzersizler yaptırırken üç kelime birden yanyana kullanılmıştı.  Bir de üstüne ben "meme ne?"  diye sorunca bakıcı ablasınınkileri eliyle göstermesi beni iyice dumura uğrattı.  Şaşkınlıktan ve gülmekten neredeyse yere düşecektim.
Umut'ta her çocuk gibi ayıp kelimelerin cazibesine kapıldı.  Bu yazın nasıl geçeceği belli artık,  fısıltıyla söylenenleri sık sık duyacağız anlaşılan!
(resim: slija pronen)

11 Mart 2011 Cuma

biraz ara

Saatlerce konuşabiliyoruz.  Umut'un saçının şeklinden tırnak yapısına kadar, bir önceki gün çıkarttığı bir ses, söylemeye çalıştığı kelime , sevdiği yemek bazen günün tek konusu olabiliyor.  Hiç bir arkadaşımın, hatta annemin dahi dinlemeye sabredemeyeceği oğlumla ilgili bunca detayı eşimle paylaşabiliyorum.  Hatta bu bizim en sevdiğimiz sohbet konumuz, hatta sanırım yegane ortak konumuz. Yıllarca birbirimize gün içinde telefon açmayan bir çift olarak son senelerde "Umut arabaya merhaba dedi" gibi detaylarları haber vermek için birbirimizi arıyoruz.
Çok fazla seyahat ettiğim için bu detayları kaçırmamak ve hatta okulda çektiği videoları anında bana göndermek için aynı marka telefonlar aldık. Ben dünyanın bir ucundayken aramızda 7 saat gibi farklar varken gelen bir mesajla oğlanın okulda nasıl takla attığını, öğretmenine kızınca "eehhhh" diye nasıl bağırdığını seyredebiliyorum.
İkimizde aynı tutkuyu paylaşıyoruz ama galiba biraz ipin ucunu kaçırdık.  Başka konuları unuttuk. İşte bu yüzden karı koca beraber tatile çıkıyoruz. Tam 1 hafta. Taa Sri-lanka'ya. Umut gelmeyeceği için içimiz buruk. Anneannesi ve ablasıyla rahat edeceğini biliyoruz ama bir taraftan da üzülüyoruz. Hele eşimi 24 saat oğlanla beraber olduğu için 1 haftalık ayrılık acısı şimdiden vurmaya başladı.
Şu anda eşim dışarıda alışverişte,  Umut ayakta durma sehpasında kemerlenmiş bir halde karşımda duruyor.  Eline bir tarak tutuşturdum, dakikalardır saçını tarayıp "oohh" diyor, o kadar komik bir görüntü ki birazdan eşimi arayıp anlatmazsam çatlarım!

7 Mart 2011 Pazartesi

süper güç

Televizyonda oynayan yabancı bir dizi var. Ailenin her bir bireyinin süper bir gücü var. Kimi düşünceleri okuyabiliyor, kimi geleceği bilebiliyor, kimi uçabiliyor, kimi konabiliyor. Ara sıra seyrediyoruz bizde. Geçenlerde eşim bana "sen nasıl bir süper güç isterdin?" diye sordu. Hiç düşünmeden "şifacı " dedim. Sonra "ya sen?" diye sorduğumda "en iyisini sen kaptın bana bir şey kalmadı" dedi. Haklı!

türkan sabancı

Türkan Sabancı ile tanışmak istiyorum. Onunla karşılıklı oturup elini ellerimin arasına alıp, gözlerinin içine bakarak "üzülme artık.." demek istiyorum. "üzülme..."
Türkan hanım'ın Metin adında CP'li bir oğlu var. Muhtemelen ben yaşlarda. Türkan Hanım ne zaman bir ropörtaja çıksa, ne zaman televizyonda bir programa katılsa konu dönüp dolaşıyor ve Metin'e geliyor. Soruyorlar "sağlığı nasıl?" "ne hissediyorsunuz?"  Metin'in hangi kelimeleri söyleyebildiğini anlatıyor annesi, eve geldiğinde nasıl sevindiğini, o yokken kendisini nasıl aradığını, babasını özlediğini , her gün mutlaka sorduğunu, kendisi de terki diyar ettikten sonraki endişelerini .Aynı benim anlattıklarım gibi.
 Oğluna olan yüce sevgisini anlatırken Türkan hanım hep bir iki damla yaş düşüyor gözlerinden. Medya işte bunu bekliyor.  Dinlemedikleri ve umursamadıkları her hallerinden belli olan programcılar alt yazıyla "down sendromlu" diye yazıyorlar Metin için.  Yetmiyor ertesi günün gazeteleri "down sendromlu" diye tekrar ediyor Türkiye'ye koskoca bir hastane ve okul bağışlamış adına da "Metin Sabancı Spastik Çocuklar Vakfı" kurulmuş Metin için..
Aslında demek istiyorlar ki "koskoca Sabancı'ların bile parası fayda etmiyor bu çocuk için, bakın kadın zengin ama mutsuz, bakın parayla saadet olunmuyor, bakın ve sevinin."
İşte Türkan Hanım başlayınca anlatmaya,  bu koca dünyada onu dinleyen, ne söylediğini anlayan bir tek benmişim gibi geliyor. . Bana Umut'un 20li yaşları deviremeyeceğini söyledilerinde İsveçli doktorlara ilk bahsettiğim kişi, özel bakımın mucizesi Metin. Sabancı müzesini her gezdiğimde bahçesinde, balkonunda, salonunda hayal ettiğim kişi Metin. Umut bir gün hazır olduğunda ilk başvuracağım okulun adı Metin. Benim için özel kişi Metin.
O yüzden Türkan Hanım'ı gördüğüm anda ekranda, kendisini bulup  kulağına fısıldamak istiyorum "sen çok güçlü bir kadınsın, çok ama çok güçlüsün, binlerce çocuğun eğitimini, tedavisini sağlıyorsun, sakın bunların oyununa alet olma, kendine "yazık" dedirttirme. Oğlun bir mucize, onunla gurur duyduğunu herkese göster! Sakın üzülme, o'nun o kocaman gülümseyen yüzüne bak ve mutlu ol"
Belki kızar bana, belki "sen daha yolun başındasın" der "hele bir yaşlan da gör" der, bilmiyorum, ama olsun, konuşmak istiyorum.

yasak kalktı mı ne?

kaç gündür giremiyorum blog'uma. Ne kadar alışmışım meğer yazı yazmaya, anında yorum almaya. Ne büyük boşluğumu dolduruyormuş. Bir daha kapatılmamak dileği ile!

2 Mart 2011 Çarşamba

iki anne, iki çocuk

iki anne, iki eski dost ,çocukları doyasıya yüzsün diye havuzbaşında buluşmuşlar.
Bu iki anne diğer annelerden farklıymış. İkiside engelli annesiymiş. Çocuklardan biri otistik diğeri ise kas hastalığından müzdaripmiş.  Anneler o gün havuzbaşındaki "normal" çocuklarla ilgilenmemişler hiç, bakmamışlar bile diğerlerine. Onların aklı fikri birbirlerinin çocuklarındaymış.
Çünkü otistik olan çocuk, fiziken mükemmelmiş, görüntü olarak normal bir çocuktan farkı yokmuş, hiç problemsiz yürüyor, yemeğini yiyormuş ama bugüne dek bir kere bile "anne" dememiş, hiç konuşmamış, annesine hiç sarılmamış, hiç göz teması kurmamış.
Çünkü kas hastası olan çoçuk annesine çok düşkünmüş, sürekli gülüyor, onlarla sohbet ediyormuş ama oturamıyor, yürüyemiyor, kıvrılmış parmaklarını açamıyor, başını bile zor tutuyormuş.
iki anne de gün boyunca kendi çocuklarında olmayan diğer özellikleri özenerek seyretmişler. "anne" kelimesini hiç duymayan diğer çocuğun ağzının içine bakmış durmuş, çocuğunun yürüdüğünü hiç görmeyen de diğerinin bacaklarına.
 Sonra ikisinin ortak noktasını keşfetmişler. Yüzmek. Her ikisi de birbirlerinden tamamen farklı olsalarda yüzmeye bayılıyorlarmış,  her çocuğun bayıldığı gibi.
Bu hikayeyi bana otistik olan çocuğun annesi anlattı. O günün ne kadar garip geçtiğini, önce birbirlerini avutmaya çalışıp sonra nasıl bundan vazgeçtiklerini, havuza girdiklerinde nasıl rahatladıklarını.
Umut'ta yüzmeyi çok seviyor. O havuza girince hepimizin kaygıları, endişeleri, burukluğu kayboluyor. O suda kollarını bacaklarını çırpıp can yeleğiyle hiç birimizin desteğini almadan kendi kendine ilerledikçe dünya duruyor.
hadi yaz gelsin artık