30 Ocak 2011 Pazar

röportaj

Trendus.com'da yayınlanan röportaj:
‘Pardon Bakar Mısınız?’ blogu Nasıl Doğdu?

Blog fikri aklımda hiç yoktu. İşim dolayısıyla bir çok moda blogunu takip ederdim ama anne-çocuk bloglarından haberdar bile değildim. Çocuğum doğduğunda çok sıkıntılı 3 sene geçirdik. Bu zamanın büyük çoğunluğunda evden uzak, hastane odalarında, koridorlarında, bekleme sıralarındaydım. Elime geçirdiğim defter, kağıt parçası, üzerine yazıp çizebileceğim her şeye karalamalar yapmaya başladım. Hem çizdim, hem yazdım. Parça parça günlükler oluşturdum. Bir gün bunları temize geçirmeyi istiyordum, en azından bir arada bulunmalarını diliyordum. Sonra bu bir defter olacağına blog olsun dedim, hiç olmazsa sevdiğim sanatçıların resimlerini, fotograflarını da kullanırım, görsel arşivimi de değerlendirmiş olurum diye düşündüm. Bir başkasının da okuyacağını, ilgileneceğini hiç düşünmemiştim.

Blog’unuzun ismi oldukça dikkat çekici. Özel bir hikayesi var mı?

Blog’un isminin bir hikayesi var. Tanımadığım insanlar çocuğumun durumu ile ilgili soru sormak istedikleri zaman bu soru cümlesi ile başlıyorlar konuşmaya. O yüzden bu soru hayatımın bir parçası, biri bana bu şekilde soru yönelttiğinde biliyorum ki Umut hakkında soru soracak. O yüzden blogun anlatmak istediğine çok uygun bir başlık olduğunu düşünüyorum.

Blogunuzda daha çok nelerden bahsediyorsunuz?

Oğlum beyin tümörü ile doğdu. 6 günlükken ameliyatını oldu 28 günlükken kemoterapiye başladı. 1,5 sene kanser tedavisi gördü. Şimdi sağlık durumu iyi fakat o kadar ağır bir hastalık ve o kadar ağır bir tedavi gördü ki bu bedeninde kalıcı hasarlar yarattı. Umut engelli bir çocuk ama aynı zamanda çok da mutlu bir çocuk. Ben bunu hiçbir zaman kötü şans gibi düşünmedim ve karamsarlığa kapılmadım. Bunu bir “lutuf” olarak kabul ettim. Oğlum bana çok şey öğretti, hayata bakış açımı tamamen değiştirdi. Ama fark ettim ki bu bakış açısına sahip olmayan hayatı kendilerine ve tüm engellilere bilinçli veya bilinçsiz zehir eden binlerce insan var.

Engelli çocuk konusu çok hassas, her an duygu sömürüsüymüş gibi algılanma ihtimalinden çok korkuyorum açıkçası. Ben sadece "biz de varız, aranızda yaşıyoruz ve çok şaşıracaksınız ama çok mutluyuz" demek istiyorum. Çünkü bu durum bir annenin başına gelebilecek en kötü şeymiş gibi algılanıyor ama değil.

O yüzden ne kadar çok insana ulaşabilirsem hayata "normal" tutunan engelliler adına o kadar iyi olacak.

Hayatınızın zorlukları ve mutlulukları hakkında yazmak size ne ifade ediyor?

Hayat siz ona nasıl bakarsanız size öyle karşılık veriyor. Hiçbir sorunu olmayan ama çok mutsuz olan bir çok insan tanıyorum. Ben hayata tutunuyorum ve hayatı seviyorum. Beni tanıyanlar “Allah dağına göre kar verirmiş” diyorlar ama ben “kara göre dağ” olunduğunu düşünenlerdenim. Konuşmaktan çok yazmayı seviyorum, kendimi daha iyi ifade edebiliyorum.

İlk başlarda yaşadıklarınızı paylaşmak sizin için zor oldu mu? Yoksa tam tersi yazdıkça rahatladınız mı?

Sanki hafızam dolmuş ve dışarı atmak zorundaymışım gibi durmadan yazdım. Anlatacaklarım yazıya dönüştükçe rahatladım. Benim için paylaşmak zor olmadı çünkü dediğim gibi çok yakınlarım dışında kimsenin okuyacağını düşünmüyordum. Yakınlarım ise bunları zaten biliyorlardı ve benimle beraber yaşamışlardı. Fakat hiç tahmin etmediğim bir şey oldu. Yakınlarım tüm bunları bu kadar detaylı nasıl hafızamda tuttuğuma çok şaşırdılar ve şahit oldukları olayları bir de benim ağzımdan dinlediklerinde aslında ne kadar farklı baktığımı anladılar. Üstelik tanımadığım insanlardan mesajlar gelmeye başladı. Daha çok yazmamı anlatmamı istediler, bu tanımadıkları dünyanın içine girmeyi çocuklarına öğretebilmek için tüm detayları öğrenmeyi talep etmeye başladılar.

Blog yazmak devamlılık istiyor, uğraş ve zaman istiyor. Bir yandan oğlunuz Umut’la ilgilenirken bir yandan blogunuza zaman ayırmak zor olmuyor mu?

Umut ve blog dışında ben çok yoğun çalışan bir işkadınıyım. Umut benim varoluş sebebim işim benim beslenme kaynağım, blog ise dışavurumum. Zaman zaman her çalışan anne gibi çocukla daha çok vakit geçirmediğimden dolayı vicdan azabı duyuyorum. Ama işim beni ben yapan unsurlardan biri. Çok fazla yurtdışı seyahati yapıyorum, farklı ülkeler ve kültürler tanıyorum. Bunlar beni besliyor ve kendimi iyi hissediyorum. İyi olunca oğlumla da iyi olacağımın bilincindeyim. Blog için zamanı evin en sessiz huzurlu olduğu, herkesin uykuda olduğu anlarda buluyorum. O anlar benim sevinçlerimi, kızgınlıklarımı, hikayelerimi anlatmak istediğim zamanlar

Yaşadıklarınızı blogunuzda çok etkili bir dille anlatıyorsunuz. Blogunuzun sizinle aynı şeyleri yaşayanlara yardımı olduğunu düşünüyor musunuz?

Yardımı oluyor mu bilmiyorum ama benimle benzer şeyler yaşayanların beni okuduklarını ve beğenerek izlediklerini biliyorum. Bu da beni çok mutlu ediyor..

Takipçilerinizden sizinle benzer sorunları yaşayan ailelerle iletişim halinde misiniz? Farklı paylaşımlarınız oluyor mu?

Blog sayesinde bir çok arkadaşım oldu. Engelli çocuk anneleri bana kitaplar yolladılar, tavsiyelerde bulundular, ben onlara önerilerde bulundum, çok güzel paylaşımlar yaşıyoruz. Bir çoğu ile telefonlaşıyorum. Büyük ihtimalle yakında bir araya da geleceğiz. Ayrıca bu dünyayı hiç bilmeyen annelerde çocuklarını Umut’la tanıştırmak istiyorlar. Engelli bir arkadaşlarının olmasının çocuklarına ne kadar faydalı olacağını fark ettiler. Bu muhteşem bir his. Çorbada biraz da olsa tuzum olduğunu bana hissettiriyor. Blog öncesinde de oğlumla her türlü ortamda bulunduğumda onu cafelerde, alışveriş merkezlerinde, sergi salonlarında yürütmeye çalıştığım zamanlarda da kendimi iyi hissederdim ama blog sonrasında gelen tepkiler beni daha da güçlü kıldı. Şimdi anlıyorum ki insanlar ne tepki vereceklerini bilemediklerinden, bilmedikleri şeyden de çekindiklerinden dolayı bizlere yaklaşmıyorlar yada yanlış yaklaşıyorlar.

Yazılarınızın yorum kısımlarında takipçilerinizin de benzer problemler yaşadığını ve bunları sizinle paylaştıklarını görüyorum. Bu sizin için nasıl bir his? Başkalarına da yardımcı olduğunuzu bilmek size neler hissettiriyor?

Takipçilerim arasında durumu Umut gibi olan ama yaşı çok daha büyük olan kendi kendine yaşayabilen ve bundan büyük mutluluk duyan engelliler var. Bana çok büyük umut ve güç veriyorlar. Onları bana ulaştırdığı için de blog’a ve teknolojiye hayranlık duyuyorum.

Eskiden kendimi yalnız hissederdim, şimdi sanal ortamda da olsa çok büyük bir ailenin içindeymiş gibi hissediyorum

28 Ocak 2011 Cuma

destek

Aylar önce trendus blog ödülleri yarışmasına katılmıştım, hiç bir beklentim olmadan.
Burası bir kadın blogu, bir moda blogu, bir tür yaşam tarzı blogu. Ne işi var benim blogumun bu yarışmada demeden, kim ilgilenir ki demeden başvurmuştum. Onca katılımcı blog arasında durdum haftalarca. Sonuç; elendim.
 Ama hiç beklemediğim bir şey oldu. Trendus yönetimi ve jüri üyeleri blogumu sevdi, çok hayatın içinden buldu ve destek olmak, daha çok tanınmasını sağlamak, daha çok okunmasına yardımcı olmak için benimle bir ropörtaj yapmak istedi. Engelli çocuklara tanıtmak, bizlerinde bu hayatta olduğumuzun ve "normal"den hiç de farklı olmadığımızın bilincini yerleştirmek için bir adım atmak istediler.
Onlardan gelen maili okuyunca "engelsiz dünyamız sitesi"nin kurucus Serkan aklıma geldi.  Serkan'da sitenin kutlama yemeğine sponsor bulunduğunda sevinmiş ve "hala ümit var!" demişti.
Ben de aynı duyguyu yaşıyorum şu an "hala ümit var!"
http://www.trendus.com/

25 Ocak 2011 Salı

problem

Keyif al,  yaptığın herşeyden keyif al,  istediğin herşeyi keyif alacağın için iste.  Hayalindeki o otomobili sana vereceği statü, insanların sana bakışındaki haset, hayranlık  için değil, kullanırken alacağın haz için iste.   O evi zenginliğinin göstergesi olarak değil, insanların takdiri için değil, bahçesinde ki ağacın altında veya penceresinin önünde içeceğin kahveyi yudumlarken alacağın tat için iste.  Sonra düşün o ev, o araba olmazsa hayatında ne olur, sen senliğinden kaybeder misin ? Cevabın "hayır"sa eğer,  ne mutlu sana.  Unut şimdi o isteğini, rüzgara bırak.  Gönülden istemişsen, şu oyun alanında başka keyifli bir deneyim için hayal etmişsen eğer, o ev gelir bulur seni ,o araba da,  o aşk da...
Problemler mi? Problem senin değil, problemin problemi. Sen hayatı sev, oyun oynamayı sev, bil ki bu dünya geçici, problem kendi kendini çözer zaten. Sen gülümsemeye devam et! Gül düşün!

Pazar günü bir eğitimde yepyeni insanlarla tanıştım. Aralarından biri çok dikkatimi çekti. Kadın hep çok yorgun olduğunu, çözemediği soruları olduğundan dem vurdu.  "Ev" dedi, "para" dedi, "iş" dedi, "sorun çok" dedi. Çok zarif, belli ki çok kırılgan, 40 yaşlarında tatlı bir kadın.
Bir ara  "ah" dedi, "bazen hasta olayım istiyorum, şöyle uzanıp yatayım istiyorum bir hastane odasında, bütün herkes çevremde pervane olsun istiyorum, beni ziyarete gelsinler, istediğimle konuşayım, istemediğime hastalık bahanesiyle kafamı bile kaldırmayayım"
Bunları duyunca irkildim. Aklıma hastanelerde tanıştığım hastalar geldi.  Karşımda sapasağlam bir kadın, sırf ilgi görmek, başkalarından bakım görmek için onların yerinde olmak istiyor.
Önce öfke doldum, sonra acıdım o'na. En sonundada karar verdim, kendi seçimi dedim. Problemin kendisi olmayı seçen, problemin tam ortasında yaşamak isteyen kendisi, ta kendisi...yaşayacak o zaman, acı çekecek olan yine ta kendisi...
(illustrasyon: melissa haslam)

24 Ocak 2011 Pazartesi

yine mevlana

Yüzde ısrar etme, doksan da olur.

İnsan dediğinde, noksan da olur...

Sakın büyüklenme, elde neler var.

Bir ben varım deme, yoksan da olur...

"Mevlâna"

23 Ocak 2011 Pazar

1 hafta daha

"Bekleyeceksiniz! "
"Doktorun işi çıktı bu hafta görüşemeyeceksiniz kendisiyle, haftaya kadar sabredin. Yine cumartesiye mi vereyim randevuyu? Tamam olur ama geç saatte 17:30 nasıl?  Yazıyorum o zaman deftere.
Biraz daha sabır, bir hafta daha. Yine aynı şekilde oturacaksınız Prof. Dr. Memet Özek'in karşısına. Anne doktırun soluna, baba sağına. Yine önce sizi soracak, sizin nasıl olduğunuzu bilmek isteyecek. Babanın uzamış saç ve sakallarına takılacak, anneyi yorgun bulduğunu söyleyecek. Oğlanın başını tutuş şekline dikkat edecek. Oğlan her zamanki gibi kıpır kıpır olacak annenin kucağında. Bağıracak, şarkılar söyleyecek belki de ama bu sefer emzik yok onu susturacak, büyümüş artık, ayakları neredeyse yere değecek. "Oturmuyor mu hala?" diye kızacak doktor. "Ne yapıyorsunuz anlatın ,nasıl fizik tedavi uyguluyorsunuz?  Günde kaç saat?" Anlatsanızda  konuşma derslerini, Türkmenceyi bile çözdüğünü, scooter'ın üzerinde dimdik durduğunu "banane" diyecek "oturmayı öğretememişsiniz hala." İngilizce gevelemeler yerine tuvaletinin geldiğini haber verse ya size" diye yarı azar, yarı şaka söylenip duracak.  MR sayfalarını ışıklı panoya takıp bakmaya başladığında gözlerinizi kaçıracaksınız heyecanla. Nefesinizi tutacaksınız, dizleriniz titreyecek.  Muayene masasına yatırıldığında oğlan, söylenenleri ikiletmeden yapsın diye içinizden yalvaracaksınız ve sonunda doktorun ağzından çıkan kelimeleri duymak için dikkat kesileceksiniz.
Tam 1 sene beklediniz, 1 hafta daha bekleyin."
(fotograf: matthieu lavanchy)

gece travması


haftada yaklaşık 2 kere uyanırdı Umut. Ağrı ile dizlerini karnına çeker, soğuk soğuk terler, ağlar, karın ağrısı ve gazla kasılır, masajlarla durulur gibi olur, uykuya dalar, tekrar uyanır, ağrı kesici ile ya kendine gelir yada kusarak geceyi bitirirdi. "Ne yapsak, ne etsek?" diye gitmediğimiz doktor kalmadı en sonunda bir kaç ilaca bağlandık atsatmadan içirmek zorunda kaldık o'nunda yararını açıkçası pek göremedik. İlacı versen bir türlü vermesen başka türlü bir vicdan azabı.
Diğer Cpli annelerle konuştuğumda aynı şikayetleri onlardan da dinledim. Kimine epilepsi yüzünden, kimine CP'nin sonucu, kimine sindirim sorunu olduğu söylenmiş. Ama şikayet aynı. Geceleri uyuyamayan, ağrı çeken çocuklar, hiçbirşey yapamayan ve bu yüzden acı çeken aileler.
Hintli doktorumuzun tavsiyesiyle "Süt ve Un"u keseli yaklaşık 1 ay oluyor.  Kestiğimiz günden beri 1 kere bile uyanmadı Umut. İlk geceden  itibaren işe yarayacağını anladım ama blog'a yazmak için biraz zaman geçmesini bekledim.
Umarım böyle devam eder. Umarım tüm çocuklar ağrısız sızısız mışıl mışıl uyur.
(fotograf: anastasia cazabon)

17 Ocak 2011 Pazartesi

HT pazar

11 ocak pazar günü HaberTürk Pazar Ekinde "Engelsiz Yaşam Derneği " Üyelerinin yazdığı bir liste yayınlandı. Engellileri rahatsız eden durumlar ironik bir dille listelenmiş. Okurken hem güldüm, hem ağladım.  Hepsine canı gönülden katılıyorum ama sadece kendi şahit olduklarımı, birebir yaşadıklarımı burada paylaşıyorum.  Özellikle son madde vurucu, olayın tüm özünü , çözümünü net anlatıyor.

*otomobilinizi herzaman engelli park yerlerine park edin. Sizi uyaran olursa en pişkin halinizle "ben de kafadan engelliyim" deyin.
*engelli insanların evlenemeyeceğini ve cinsel yaşamları olmayacağını düşünün, bu düşüncenizi her ortamda paylaşın
*Çocuğu engelli olanlara "siz öldükten sonra ne olacak bunun hali?" deyin.
*normal okullara gitmek isteyen engellilere "sizin için ne güzel okullar var. Niye zorlanacağın bir okula gitmek istiyorsun ki?" deyin.
*engelli biriyle asla doğrudan konuşmayın, ona söylemek istediklerinizi yanındakine söyleyin.
*birisine kızdığınızda onun için "spastik", "şizofren" gibi ifadeleri aşağılamak için söyleyin.
*bir engelli ile karşılaşıldığınca, yanınızdaki çocuk "aa o ne?" diye sorarsa "hişşt sus bakayım, çok ayıp"  gibisinden sözlerle susturun, ona başka açıklama yapmayın.
*bir engelli ile annesini gördüğünüzde  annesine dönüp "doğuştan mı?" diye sorun. Sonradan olduğunu öğrendiğinizde "takdiri ilahi" deyin.
*Çocuğunuz engelli doğarsa ya da bir kaza sonucu engelli olursa, ilk fırsatta eşinizden boşanıp evi terk edin ve çocuğunuzla hiç ilgilenmeyin.
*kaldırımları engellilerin kullanmasına gerek görmediğinizdenkaldırım rampaları yapmayın, kaldırımlara engellerkoyun (örneğin: otomobilinizi park edin)
*çocuklarınızı "bulaşır" düşüncesiyle engellilerden uzak tutun.
*engelliler hakkında hiçbir şey öğrenmeyin, çocuklarınıza da hiçbir şey öğretmeyin ki yukarıda yazılanlar nesiller boyu sürsün ve bizi çıldırtmayadevam etsin!

16 Ocak 2011 Pazar

geçen cuma

Yine naralar atarak uyandı anesteziden. Odadan sedyede ilk çıktığında gözler donuk donuk baktığı için korktum biraz, asansör kapısında ise "heyyy" diye bağırınca "oh be" dedim "ayılıyor"
Yıllık "beyin MR" kontrolümüz vardı geçtiğimiz cuma. Teknisyen, anestezist, hasta hizmetleri bankosundaki kız hep aynı, 6 yıldır aynı ekip. Artık Umut'u ezbere biliyorlar, önce oyun oynuyor, sonra içeri alıyorlar. 
Akşam yemeğini güzelce yedirip uyutuyorum, sabah kahvaltı yok, anesteziden 6-7 saat öncesine kadar su dahil hiç bir şey girmemesi gerek midesine.  Ayıldıktan 1 saat sonra yediririm diye kahvaltısını, önlüğünü, ıslak kuru mendilleri, plastik kaşığını çantaya atıyorum.
Üzeinde metal hiçbir şeyin olmaması gerek, o yüzden çıt çıtlı bodylerinden birini değil, renkli komik atlet ve külotlardan birini, ve üzerinde zımbası, düğmesi, metal halkası olmayan bir eşofman altını seçiyorum, ve komik bir sweatshirt.
Sabah varıyoruz hastaneye, otopark görevlisi arabayı alırken Umuttan da bir makas alıyor. Önce damar yolu açılmalı, ilaçlı MR çekilecek çünkü. Yıllardır kahrımızı çeken melek hemşiremizi arıyoruz, acilde buluşuyor bizle, hoş beş, hal hatır sırasında çaktırmadan Umut'un ellerindeki uygun damarlara bakıyor. Kemoterapinin bitmesinin üzerinden yıllar geçti fakat damarlar öyle bir bozulmuş ki hala iyileşememişler. O yüzden şu anda dünyanın en zor işi Umut'tan damaryolu bulmak. 3 kere deniyor Semra Hemşire 4.de buluyor. Bizimki o kadar çok ağlıyor o kadar çok korkuyor ki şaşırıyorum. Büyümüş, eskiden korkuyu bilmez tanımazdı, öyle bir duygusu yoktu.  Damar  yolu acıtıyor evet ama Umut acıya alışkın, doğduğundan beri hayatının bir parçası, en fazla "ıh" derdi iğne batırılırken. Artık nefes nefese kalıyor, iğneyi farkedince elini çekiyor. Korkuyor. Seviniyorum. Oğlumun haykırarak ağlamasına seviniyorum, normal tepkiler veriyor  diye, korkuyu öğrenmiş diye.  O ağlarken sırıtıyorum, bu sefer benim tepkilerim normal değil.
Eli bandajlı iniyoruz MR'ın çekileceği yere.  Bu sefer neşe içinde, yürümek istiyor, bir ileri bir geri dolaşıyoruz kapının önünde. Ekipten doktorlar gelince ortalık şenleniyor. Doktor ablasının kucağında içeri girerken beni hiç aramıyor, durdurup gözlüğünü alıyorum, yanağından da bir öpücük, "abblaaa" diye doktora bağırarak ve sevinçle içeri giriyor.
Tam karşısına oturuyorum kapının, eşim kahve getiriyor, günlük gazeteleri yığıyor önüme. Okumadan bakıyorum öylesine, tam 25 dakika.
Hareketlerimiz otomatik, tüm yaptığımız işler ,bundan önce belki 20 kere yaptığımız işlerin aynısı. Oturduğum sandalye, okuduğum gazete, çay değil de kahve, Umut çıktıktan sonra ilk aradığım kişi, hep aynı.
Kapıdan yarı sarhoş çıktığını görüp, DoktorAlp Bey'den "problem yok"u duymadan içim rahat etmiyor.
Asıl sınav önümüzdeki cumartesi günü. Ameliyatı yapan beyin cerrahımız hem MR'ı hem Umut'u değerlendirecek. Aynı soruları soracak, aynı cevaplara kızacak.  Umarım iyi geçer, umarım yüzümüz güler...
(fotograf: roni horn)

12 Ocak 2011 Çarşamba

türkmence

"Umut Türkmence anlıyor" diyorlardı bana ne zamandır.  Bakıcı ablası Türkmen Umutun. Yakın arkadaşı da, onun arkadaşı da, arkadaşının arkadaşı da .Gülüyordum, "size öyle geliyordur" diyordum. "Nereden anladınız?" deyince de "Türkmence komik bir şey söyleyince gülüyor"" diyorlardı. "Siz gülüyorsunuzdur da ondan" diyordum "hayır" diyorlardı, "bizden önce gülüyor". "Sesinizin tonundan anlıyordur" diyordum, "kıkırdıyorsunuzdur ondandır."
Her gün 5 ile 7 arası sitedeki çocuklar bakıcılarıyla beraber oyun odasında buluşuyorlar. Çocuklar oyun oynarken onlarda ya Umut'u yürütoyorlar, ya çocuklarla ortak oyun kuruyorlar yada şarkı söylüyorlar ,bu arada da bol bol kendi dillerinden sohbet ediyorlar.  Bir tür oyun grubu, küçük çapta bir ana okulu.
Geçen gün koşa koşa bana geldiler  "test ettik, anlıyor, Umut Türkmence anlıyor!" "nasıl yaptınız?" dedim. "Sen Sül ablayı seviyor musun? diye sorduk ayyy dedi."
Umut seviyor musun sorusuna "ayyy " diye cevap verir, sevmiyorsa "ıııhh."
Soru sorulduğunu anlamış olsa sadece kafasını sallayıp cevap verirdi diye düşünüyorum demek ki gerçekten öğrenmiş Türkmenceyi
Şu küçük kafa neleri çözmüş, hayret ki ne hayret...
(fotograf: adele enersen)

11 Ocak 2011 Salı

ojeli taşlar

ilk 6 ay dokundurtmadım kimselere Umutu, anneme bile. Emzirdim, başında bekledim, ilacını taktım, serumunu değiştirdim, iğnesini yaptım. Sadece babasının kucağına verdim. Sadece o vardı, ben vardım birde oğlumuz. Birdik hepimiz, bütündük.
 Eve geldiğimiz günlerden bir gün temizlik için bize gelen, biz evde yokken ortalığı toplayan Medine "bana ver biraz" dedi. "git dinlen, yapamam mı sanıyorsun?" Çok yorgundum,verdim. Öyle bir tuttu ki kollarında, öyle bir baktı ki oğluma tam 3 sene bırakmadı. Ablamız oldu. Evimizden biri. Kendim kadar güvendiğim, yanımdan hiç ayrılmasın dediğim.
Hep Umut dolu oldu Umut için, asla yüzünü karartmadı, en kötü günümde beni güldürdü. Sadece kendi değil eşi de, oğlu da sevdi oğlumu. Her akşam evine gittikten sonra eşiyle beraber aradı, telefonda şarkılar söylediler Umut'a. Evlerinde resmini başköşeye astılar.
Bizimle beraber bütün derslerine, tedavilerine girdi ablamız, öğretmenleri, doktorları bir bir dinledi, evde yapılması gerekenleri bir bir uyguladı.
Bir gün elinde minicik taşlarla geldi. Parmaklarını çalıştırsın, tutmayı öğrensin diye tavsiye edilmiş ödevdi bu taş çalışması. Evde de vardı benzerlerinden ama bir türlü tutmayı kabul etmemişti Umut. Belki olurda bu sefer ilgisini çeker, merak eder diye tek tek boyamış taşları ablası. Tek tek, kırmızı oje ile... Olmadı yine tutmadı bizimki, uzatmadı bile elini. Olsun varsın dedik güldük geçtik.
Hala saklıyorum o taşları, bana verilen en kıymetli hediyelerden biri.  Baktıkça bizi iş olarak değil insan olarak gören ablamızı hatırlıyorum.
O şimdi bayrağı yeni ablaya devretti .Tam 3 sene oldu ayrılalı, Medine hala hem beni, hem onu arar, hem annemi arar, tavsiyeler verir, yemeğine karışır, sözümona süpriz ziyaretlerle denetler, oğlanla hasret giderir.
Şanslıyım ben, hep iyi insanlara rastladım.

10 Ocak 2011 Pazartesi

cevaplar

Sütü ve unu keseli 2 hafta oluyor,

İşe yarıyor mu şimdiden söylemek için belki erken ama Hintli uzmanımızın dedikleri bir bir gerçekleşmeye başladı. Umut’un 6 senedir buz gibi olan elleri ve ayakları normal insan ısısına ulaştı. Eldivenler, kat kat çoraplar,masajlar hiç işe yaramamıştı. 4 tane buz kalıbı, minicik bir beden. Kime değse kime dokunsa ürperir ilk işi ısıtmaya çalışmak olurdu. İlk tanıştığımızda dr. Pravin “vucut un ve sütü hazmetmeye o kadar çok uğraşıyor ki bütün kan iç organlatra toplanmış bak hiç ellere ayaklara kan gitmiyor, bunları kes göreceksin.” Demişti. Gördüm, hissettim. Ilık hatta sıcak parmaklar. Geçenlerde hiçbir şeyden haberi olmayan küçük Leyla Umut’un ellerini elleri arasına alıp “sıcacık, umutun elleri sıcacık! ” diye bağırdı. Bu kadar basit mi bazı şeyler? Bu kadar gözümüzün önünde mi aslında cevaplar?

6 Ocak 2011 Perşembe

anne dili

Bir tür anne dili var tüm yurt sathında kullanılan, hani her eylem için 1. Çoğul şahıs gibi konuşulan. “Acıktık mı?” gibi “biraz keyifsiziz” gibi “ sıkıldık galiba” gibi …. Biz… anne ve çocuk bir bütün, tek kişi gibi…


Olabildiğince kullanmamaya çalışıyorum bu dili ama çok da zorlandığımı itiraf edeyim. Çünkü çevremdeki neredeyse tüm anneler, bakıcılar böyle konuşuyor, ben kaçtıkça yakalanıyorum. Üstelik doktorlarda böyle konuşunca gel de kurtul. Bir rahatsızlık veya kontrol için doktora gidildiğinde o “biz” 3 kişi birden olunuyor çünkü doktor başlıyor sormaya “ateşimiz en fazla kaç oldu?” “iştahımız nasıl?” Anne çocuk doktor,3’ü birden yaşamışlarda olayı şimdi hatırlamaya çalışıyorlarmış gibi … garip…nereden çıkmış, nasıl başlamış?

Daha da garibine şahit oldum geçenlerde, veterinerimiz de böyle konuşuyor. Bizim kedi bir tür mantara yakalandığında tüyleri özellikle kuyruğundan, parça parça dökülmeye başlamıştı. Birkaç iğne oldu, düzeldi. Dün mama almaya gittiğimde adamcağız “kuyruğumuz nasıl?” diye sorunca, pes dedim. Kuyruğumuz , bizim, üçümüzün…

“İyidir” dedim “hamdolsun…”

5 Ocak 2011 Çarşamba

güle güle melek

Kansere çare bulunsun, hemen şimdi, şu anda!!!!!!!!!!!!!
Hiç bir ölüm haysiyetli, hiç bir ölüm zamanlı değildir ama bu da kabul edilebilir bir durum değil. Aklım almıyor teşhiste tıp dünyasının bu kadar ileri olup, tedavide bu kadar geri olmasını. Kiminin şanslı, kiminin şanssız olmasını. Çoluğu çocuğu, bir sürü seveni olan, herkesi mutlu etmekten başka bir derdi olmayan, sürekli gözlerinin içi gülen, oğlundan, eşinden, işinden bahsederken yüzü ışıldayan  49 yaşında bir meleğin uçup gitmesini aklım almıyor. Oğlunun yazdığı yazıyı okudum "annemi toprağa verdim bugün" diyor. O'nun bu acıyı çekmesini aklım almıyor.
Biliyorum hayat bir oyun, biliyorum öğrenmeye, deneyimlemeye geldik bu dünyada, biliyorum önemli olan hayatı ne kadar uzun değil ne kadar iyi yaşayıp değerlendirdiğimiz,  ama çok da yaralıyor be ustam, çok da acıtıyor bazen...
Fotograf (Şule Tanju Ayral)

3 Ocak 2011 Pazartesi

evrencim

ablam dedi ki ağzımızdan çıkacaklara dikkat etmeliymişiz bugünlerde. Hem güneş hem ay tutulacakmış, evren her zamankinden hassasmış, iyice dinleyecekmiş bizi, ne söylersek yapacakmış ama iyi şeyler söylemeliymişiz ki iyi olsun. Yoksa evren öyle ironiymiş, kara mizahmış, abartıymış, ters ifadeymiş anlamazmış ne duyarsa onu yaparmış.
Mesela "su içsem yarıyor"gibi cümleler kurmamalıymışız, sonrasında su içsen yararmış.
İşte bu bağlamda, bu blogun sahibi ben 2011den beklediklerimi yazıyorum. Aslında olacakları tek tek sıralıyorum.
*Umut konuşmaya başlayacak. Önce kelimeler yanyana gelecek sonra cümleler kurulacak.
*Umut işaret parmağını uzatıp sorular sormaya başlayacak
*Umut kitaplarda sorduğum objelerin resimlerini gösterecek
*Umut bu kim diye fotograflarını gösterip sorduğum kişilerin adını söyleyecek
*Umut çiğneyerek yemek yemeye başlayacak
*Umut tuvaleti geldiğini haber verecek.
*Umut'un sindirim sistemi düzenli çalışacak
*Umutun bütün tahlilleri, MRları ,rontgenleri iyi çıkacak. Herşey temiz, herşey normal olacak
*normal ne güzel bir kelime
*Umut'un şansı tam gaz devam edecek, her güzellik, ihtiyaç duyduğu herşey, tüm fırsatlar karşısına serilecek
*Annesi huzur dolu bir yıl geçirecek, hep gülecek, ona şarkılar söyleyecek.

seyahat

Amaç: güzel, umut dolu bir yılbaşı tatili
Yer :İzmir / teyze evi
Umut büyümüş, uzamış, uçak koltuğuna yerleştirmek için yanımızda taşıdığımız aparata artık gerek kalmamış. Oturuyor oyuncak bebek gibi ...İki yanına, göbeğine yastıkları koyup takıyoruz uçuş kemerini. Kahverengi deri pilot montu, yuvarlak gözlükleri ve havada duran botlu ayaklarıyla uçağın maskotuymuşta yanımıza koymuşlar gibi gözüküyor. Zamanla kayıyor aşağıya, tekrar yukarı çekiştiriyoruz. Yanımıza gelen hosteslere "abla" diye sesleniyor pilot anons yapınca "abii" diye bağırıyor. Kalkışta ve inişte heyecanlanıyor, arada şarkılar söylüyor sonra sıkılıyor hırkamın eteğini emmeye çalışıyor.
istanbuldan giderken havaalanı kontrolünde dev pusetimi ve Umutu gören erkek polis hemen yardımcı olmaya çalışıyor. "Ayakta durabiliyor mu?" diye soruyor, "hayır" diyorum. "Çocuğu kucağıma verin, siz puseti katlayıp x-rayden geçirin" diyor, "nasıl yapsam acaba?" diye düşünürken iki tane kadın polis koşup "gerek yok biz kontrol ederiz" diyerek pusetle beraber Umutu geçiriyorlar diğer tarafa. Ben kontrolden geçip çantaları toparlarken benimki polis ablalarla cilveleşiyor, öpücük veriyor. "Tepkileri çok güzel maşallah, bana göz kırptı "diyor kadın polis, "çok cindir o diyorum beni parmağında oynatıyor." ""öperim ben bunu" diyor kadın yumuluyor umuta...
Dönüşte yine alıyor başka polis ablalar pusetle beraber, başka bir polis abi "aman diyor uzak tutun cihazdan yaklaştırmayın."
Herkes ne kadar sevecen ne kadar yardımcı.
Ne güzel...

2 Ocak 2011 Pazar

şuşumuz

Bir kaç sene önceki yılbaşımızı beraber geçirdiğimizden mi yoksa bir kaç zamandır iyi haberlerini dört gözle beklediğimden mi bilmiyorum aklım sürekli Şuşu'daydı. Güzel gülüşünü özlediğim için sık sık bloguna girip resimlerine bakıyordum. Dün uzun uzun anlattım onu teyzeme, nasıl melek gibi bir insan olduğunu, yakalandığı kötü hastalığa nasıl direndiğini, son karşılaşmamızda Umut'la nasıl oynadıklarını. Umut'un hastalığında bize nasıl destek olduğunu...
Az önce kötü haberini aldım, söyleyecek sözüm kalmadı, boğazım düğümlendi.