29 Temmuz 2010 Perşembe

gidenler dönmez

Hastanelerin pediatrik hemotoloji /onkoloji servislerinde ince siyah bulutlar dolaşır, gündüzleri steril pamukların,çarşafların durduğu odaya  servisin en karanlık köşesine saklanırlar,  hava kararıp tanıdıklar, babalar, arkadaşlar evlerine dönünce o bulutlar açık kapıdan içeriye sızar, yatak başındaki annelerin burun deliklerinden içeri girer, kafalarını dumanlatır.   Sonra başlarlar konuşmaya , hiçbir kulağın duymaması gerekenleri söylerler.

Anneler çocukların yanında konuşulmaması gerektiğini bilirler bilmesine ama hakim değillerdir artık bilinçlerine, bulutlar o kadar çok nufüs etmiştir ki ağızlar kapanmaz, çene durmaz. Cümleler ağırdır “kan kusacak” derler yeni gelen çocuğun annesine “bak daha neler göreceksin” diye ağlatırlar “onca zaman kemoterapi görmüş ama bak yine tekrarlamış” diye korkuturlar “sonumuz belli bizim” derler, birbirlerine yoğun bakımdaki çocukları gösterirler.   Ağlayanlar, kuran okuyanlar, sinirinden çocuğuna bağıranlar.   İçerisi kopkoyu endişe, hüzün, panik, öfke dolu.

Hiç sonu güzel biten hikaye anlatılmaz odada.  Hiç kurtulanlar konuşulmaz.  Hayatına devam edenler gelmez geri bir daha çünkü. Çocuklar zaten hatırlamazlar olan biteni, akıllarında kalan sadece iğne, beyaz önlük korkusu.   Annelerse olabildiğince uzak dururlar hastaneden, ev değiştirir, iş değiştirir, eş değiştirir, olmadı bir çocuk daha yapar.  Telefonları silemez bir tek ne olur ne olmaz diye, bir de o bulutların dolaştığı akşamlardan kalma anıları.  Yine de bilir ki gitse bir gün oraya, o odaya, sadece bir gün, birkaç saat, bir efsane yaratacak, o odada konuşulacak konu olacak, ışık olacak.  Ama korkar, bulutların onu tanıyacağını, yine soluyacağını, boğulacağını bilir, gitmez, gidemez…

27 Temmuz 2010 Salı

ellemeee

Tatilden bir kare hep gözümün önünde, hatırladıkça gülüyorum.
Çok nezih bir balık lokantasındayız. Mezelerimiz gelmiş, 4 yetişkin 1 anne kuzusu keyif içerisindeyiz. Oğlan pusetinde masanın en başında.  Ben herzamanki yerimde yani yanı başında.  Bekliyoruz balıklarımız gelsin, bir lokma da oğlan yesin. 
Benimkinde yeni bir muzurluk icat olmuş, yanından gelen geçeni elini uzatıp gıdıklamakta, "gıdı gıdı gıdı" diye bağırmakta.  Sonunda garson masaya tabaklarla geliyor tam da oğlanın solunda duruyor. Önce bir elini uzatıyor oğlan görüyorum ama isabet  ettiremiyor. Garson fark ediyor biraz çekiliyor. Ortada ters bir şey olduğunu farkeden ben oğlanın ikinci hamlesini durduruyorum fakat 3 hamle beni aşıp hedefini vuruyor, garsonun tam böbreğine doğru parmaklar saldırıyor. Garson bir çığlıkla havada yay çiziyor "ellemeeee" diye. Meğer huylu insanlardanmış, hani şu dokunulunca küfreden.
Çok özür diliyoruz ama garson ve oğlan dahil gülmekten de ölüyoruz.  İlk yaramazlık, ilk azar! şahane!

26 Temmuz 2010 Pazartesi

oğlan annesini radyoda dinliyor

Bugün sabah 10:00da, TRT radyosunda benimle telefonla, canlı yayında röportaj yapıldı.   Programı hazırlayan Müge Hn, haberimizi gazetede okumuş ve bana internetten ulaşmış.   2 gün önce arayıp katılım hakkında fikrimi sorunca önce korktum, çünkü bu konuyu bir dram gibi gösteren programlar oldukça fazla, bunun da böyle bir program olup olmadığını bilmiyordum ama içimden "hallederim" diye geçirip "olur" dedim.

Konu; kişilerin engelli bir birey ile karşılaştıkları zaman ne yapmaları nasıl davranmaları gerektiğiydi.   Çok geniş bir konu olan “engelliler” konusundan detay olarak görünen bu  başlığı seçmeleri çok hoşuma gitti, çünkü bence  her işin başı.

Önce "bizi"  kısaca özetledikten sonra "ailelerin böyle bir karşılaşmada özellikle çocuklarını getirip tanıştırmalarını, çocuklarının engelli bireylerle beraber olmaktan çok fazla şey öğrenebileceğini, bu durumun günün birinde onlarında başına gelebileceğini" anlattım.   Ayrıca yakınlarında bir engelli birey olmayanlarında her semtte bulunan rehabilitasyon merkezlerini ziyaret etmelerini, onların faaliyetlerine (piknik-gösteri) çocuklarını da götürmelerini tavsiye ettim.

Ve en önemlisi konuşurken hep güldüm, pozitif yaklaştım, ufak şakalar yaptım.   Bir trajedi konuşması bekleyenleri yanıltarak, çok doğal, çok olağan, çok hayatın içinden konuştum. (yada bana öyle geldi)   Spiker ve psikolog konuk bu içtenliğimden çok etkilendiklerini söylediler ve şaşırdılar.

İçimi eritense konuşma bittikten sonra eşiminden, program sırasında ben konuşurken oğlanın  sesimi radyodan duyunca çığlık çığlığa “anne, anne” diye bağırdığını öğrenmek oldu.   Yukarıda da oğlanın sesimi dinlerken ki ifadesi var. Onu öpen de bakıcı ablası …

25 Temmuz 2010 Pazar

öğle yemeği

Az önce aradım, işteyim, özlüyorum, biraz da öksürüyordu dün akşam, endişeleniyorum. 3 yıllık bakıcımız ablamız açıyor telefonu “merak etmeyin" diyor "iyi "diyor.  "Mina'larda öğlen yemeği yedik, annesi çocuklara mercimek pişirdi, onların bahçesinde hep beraberdik" dedi.  Gözümün önüne geliyor.  Oğlan mama sandalyesinde, önünde önlük, yanında 3 yaşında Mina beraber yemek yediriliyorlar.  Gözlerim sulanıyor boğazım düğümleniyor.  Çok şükür Allahım oğlum arkadaş evlerine gezmelere gidiyor.  Çocuk görünce kolumun altına saklanan oğlum, birileriyle arkadaşlık kuruyor ve aynı sofrada yemek yiyor.  İçimden teşekkür ediyorum Minaya, annesine, oğlanı bu kadar seven ablasına...
“Yürü be Umut, kim tutar seni, ilerde mum da yaktırırsın o masalara, aslanım benim, yakışıklı oğlum!”

23 Temmuz 2010 Cuma

uydur - kaydır

Türklerin yeni kelimeler uydurmaktaki ve anında yaygın şekilde kullanmaya başlamalarındaki yeteneklerine ben de ucundan dahil olduğumu üzülerek vede gülerek belirtmek zorundayım.
Hastanede kaldığımızda kemoterapi ilacına başlamak için oğlana saatler boyu serum takılıyor.  Ara ara da idrarından örnek alınıp laboratuara yollanıyor.  Eğer dansite yeteri seviyeye ulaşmışsa ilaca başlanıyor yoksa seruma devam.  Saatler hatta bazen tüm gün sürüyor ve üst üste, laboratuarın bulunduğu arada garip bir tünelle bağlanmış binaya idrar görürmek zorunda kalıyorum.   Ayağımda sabo ahşap terlikler, oda çok sıcak, tünel çok uzun ve soğuk, giyin soyun, oğlanı oradaki annelere emanet et, ya kusarsa, ya beni ararsa korkusuyla  koşa koşa laboratuara git teslim et, gerisin geri koş, sonra bir daha bir daha.

İdrarı da alan ben, enjektöre de çeken ben, teste de götüren ben, hatta bazen servisteki bilgisayardan sonucu okuyan da ben.  Yeterince hemşire yok ki yeterince hastabakıcı olsun.  Her anne aynı işlemi yapıyor, bir idrar trafiği var ki tarif edilemez.  Erkek bebek gene kolay, kızlar hem yerinde durmuyor hem çiş sürekli torbadan kaçıyor.   Hepimiz birbirimize, elimizde idrar torbalarının içindeki açık sarı sıvıyı göstererek  soruyoruz “bu yeter mi acaba?"   Yetmezse diğer çişi beklemek zorundayız çünkü. 
Sonunda bir yerlerden öğreniyorum eczanelerde satılan bir idrar ölçüm set olduğunu, laboratuara götürmeye gerek kalmadığını, kendi kendimize de bakabildiğimizi.  "Kaç paraysa alacağım, bu eziyet son bulsun!"  diye koşuyorum eczaneye.  Silindir bir kutu içinde 100 adet çubuk.  Çubuklarda bir sürü renk kutucuğu.  Daldırıyorsun idrara, değişen renklere göre istediğin sonucu öğreniyorsun. Oh ne rahat.  Başlıyorum kullanmaya.
Serviste görevli doktorlar zamanla öğreniyorlar bende çubuk olduğunu ama onlar İngilizcesini kulanıp "stick"  diyorlar.
Ara ara gelip benden başka hastalar için “annesi, stick var mı ?” diye soruyorlar.  Veriyorum.  Diğer annelerde istiyorlar kullanmayı, büyük kolaylık çünkü.  Bazısı satın alabiliyor, bazısı laboratuar seçeneğini kullanıyor, elimizden geldiği kadar paylaşıyoruz.  “Stick” bir efsane gibi kulaktan kulağa yayılıyor, ama  hasta yakınlarının dilleri dönmüyor, İngilizce bilen yok.
 Döne dolaşa "sidik çubuğu" oluveriyor ismi..  Herkes birbirine "sidik çubuğu" soruyor sonunda, ben bile.... Güzel Türkçemiz, I love you!
(fotograf: richard shiling)

22 Temmuz 2010 Perşembe

utanç kaynağı

Turhal Kaymakamı Mehmet Ünlü, geçen ay bir basın toplantısı sırasında tek hayalinin dizüstü bilgisayar olduğunu söyleyen 16 yaşında ortopedik engelli Mutlu Andıç'a kendi eski bilgisayarını hediye etme sözü verdi. Mutlu Andıç, geçen hafta hediyesini almak için babasıyla birlikte kaymakamlık binasına gitti. Kaymakam Mehmet Ünlü bilgisayarını vermedi ve gerekçesini açıkladı: "bu halinle nasıl bilgisayar kullanacaksın?"

(fotograf: antony crosfield)

21 Temmuz 2010 Çarşamba

iş güç

"sen bana işimi mi öğretiyorsun ?" dediğinde, hastanenin 3.katında beyin cerrahi servisinin küçücük bir odasındaydım. Kemoterapi kürlerinden biri için yatmıştık pediatri servisine. Oğlan bir müddet önce ameliyat olmuştu, pansumanının değişmesi gerekmişti, ameliyatı yapan cerrahlar tarafından. Yeşil polar battaniyesine sarıp çıkarmıştım oğlanı üst kata kucağımda. Sıramızı beklemiş, bizden önceki çocuğun pansumanının değişmesini seyretmiştik.
Bana kızıp bağırmaya başladığında asistan doktor, sadece eldivenini değiştirmesini istemiştim. Hijyenik olmadığını hatırlattığım için, sadece kendini değil hastasını da  koruması gerektiğini ima ettiğim için köpürmüştü.
"evet" diye cevap verdim sorusuna "öğretiyorum, ne yazık ki..."

20 Temmuz 2010 Salı

önce ve sonra

Doğum öncesi ve doğum sonrası olarak hayatım ikiye ayrılıyor.  Çok fazla zıtlık var, ölüp yeniden dirilmek gibi.  Sadece hafızam değil uçup giden, karakterimin, alışkanlıklarımın büyük bir bölümü de yok oldu. 31 yaşında anne oldum. Kendimi buldum sandığım zamanlardı, yanına bile yaklaşmamışım. Meğer ne çok şey varmış kendimle ilgili bilmediğim, tahmin bile edemediğim.
Tek bir çocuk doğurmak yetti beni yokedip yeniden oluşturmaya.
Dert edindiğim şeylerin aslında hiç de önemli olmadığını anladım ilk olarak.  Her şeyin bir oyun olduğunu, çok kısıtlı olan vakti en iyi şekilde değerlendirmek gerektiğini.
Sonra;
İş, güç, para, pulun mutlu olmak için hiç de önemli olmadığını, hepsinin amaç değil araç olduğunu,
ailenin önemini, hayatı birileriyle paylaşmanın güzelliğini, eş olmanın mantığını,
yaşlanmamak için direnmenin gereksizliğini,
yardım istemenin ayıp olmadığını, tek başına kaldırılamayacak yüklerin paylaşarak nasıl kuş gibi hafiflediğini,
her an her yerde olabilmenin mümkün olmadığını kabullenmenin verdiği rahatlığı,
ağır ağır geçen zamanla da yaşanabileceğimi, nefes alabildiğimi,
ne kadar güçlü olduğumu,
tek bir gülüşün kalbimi bu denli çarptırabileceğini,
içimdeki sevginin büyüklüğünü,
hiç kıpırdamadan öylece durabildiğimi ve beklemenin bazen kötü olmadığını,
sabredebildiğimi, konuşmadan da durabildiğimi,
alay edebilme yeteneğimi, gerektiği zaman dilimle de dövebildiğimi,
iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, normal ile anormalin nasıl zamanla yer değiştirebildiğini farkettim.
Büyüdüm...

yorgunluk

Yorgunum... Tatil sonrası tatiline ihtiyacım var. Tek başıma, bir ağaç altında. 3 gün yeter, toparlanırım, yine başlarım koşmaya, enerji yaymaya, para kazanmaya, güldürmeye, büyütmeye. Ama şimdi sadece öylece yatmak istiyorum, hiç bir şey yapmadan, düşünmeden, endişelenmeden...

15 Temmuz 2010 Perşembe

büyüklere saygı

"Neden bu kadar büyük çocuk pusete biniyor?" diye soruyor annesine bizi her gördüğünde. Soruyu soran 4 yaşlarında çatal sesli bir oğlan çocuğu. Aynı otelde kalıyoruz. Annesi her seferinde "büyük değil demek ki " diye cevap veriyor. Çocuk yeterli bulmuyor cevabı annesinin alıp uzaklaştırmasına, çekip dürtmesine rağmen bizle her karşılaştığında soru tekrar ediyor. Bir kaç gün sonra çocuğun yanına gidip adını öğreniyorum sonra elinden tutup gel seni oğlumla tanıştırayım diyorum. "Sen şimdi merak ediyorsun dimi Umut'un neden böyle olduğunu?" " evet " diyor. Kısaca anlatıyorum bebekken hasta olduğunu, ameliyat olduğunu, şimdi ise çok iyi olduğunu, vucudunu onun kadar rahat kullanamadığını, ama hepimizi çok iyi anladığını.
Çocuğu en çok etkileyen oğlanın 6 yaşında, yani kendisinden büyük olması oluyor. "Benden daha mı çok şey biliyor yani ?" diyor, "olabilir" diyorum.
Bir kaç saat sonra deniz kenarında kumda karşılaşıyoruz tekrar, yanındaki çocuklarla oyuna dalmışken birden bizi farkediyor. Yanındaki ufaklığa oğlanı göstererek "bak" diyor "bezi var ama hepimizden daha büyük ve çok şey biliyor, o yüzden ona saygı duymalıyız."

14 Temmuz 2010 Çarşamba

cenk

Tatilde bir Cenk tanıdım. Yüzyüze tanışmadım, bana anlatıldı, tanıtıldı.
  Kaç gündür yazmak istiyorum ama cesaretimi toplayamıyorum, yine gözlerim dolar boğazım düğümlenir diye, yine sinirlenirim, kızarım diye...
Oğlanla denizden çıkıp kurulanırken, yan şezlongdaki kadından yardım talebi geldi. Havlularımızı sermeye, oğlanı kurulamaya yardım etti.  Sonra "benim de bir oğlum var aynı sizin oğlunuz gibi" dedi "36 yaşında şu an." " Almanyada bir bakımevinde", "tam 25 yıldır çok iyi bakıyorlar ama. " Anlamadım önce bakımevinde tanıştığı bir çocuktan "oğlum" diye bahsediyor sandım. Değilmiş. Kendi öz oğluymuş. Çocuk 12 yaşına geldiğinde Almanya'ya babasının yanına yollamış bakamadığını için. Adamda bir bakımevi bulup çocuğu buraya teslim etmiş. "Çok iyi bakıyorlar ama" diyor sürekli.  Hiç konuşmuyorum, kadın sürekli günah çıkartıyor.  "Çok iyi mamalar yediriyorlar hala sağlıklı, hayatta."  Anlamıyorum çok iyi mamalar ne demek? 
 Kadın sürekli anlatıyor nasıl bebekken bakmakta zorlandığını, İstanbul'da yolların tekerlekli sandalye için nasıl uygun olmadığını, hep püre yapıp yemek yedirdiğini, insanların çocuğuna bakıp nasıl alay ettiklerini, kendisinin nasıl ağladığını, çocuğun aldığı ilaçları. 25 sene öncesinden hatırladıkları bunlar. "Bu mu?" diyorum "bunlar yüzünden mi bırakmış çocuğunu?" " Görmeye gidiyor musunuz?" diyorum." 2 senede bir " diyor "olmuyor" diyor "çok uzak" diyor."ya babası?" diyorum."Vefat etti"diyor.  Kadın bir ingilizle evlenmiş,bir  çocuğu daha olmuş şimdi 25 yaşında. Dil bilmez yol bilmez kadınlardan değil yani.
"Ziyarete gittiğimde saçımdan tutuyor bırakmıyor beni" diyor. "ağlıyor arkamdan tanıyor demek ki" diyor. "Telefon açtığımda sesimi duyunca ağlıyor,  Odasını görsen çok güzel, aile resimlerimizi asmışlar bizim onlara bakıyormuş, hatırlıyor demek" diyor.
 İşte bu cümle vuruyor beni kadının çocuğu terketmesinden daha çok. Kimseyi yargılama hakkım yok, olan olmuş, kadın öyle veya böyle bakamamış ve iyi bir yere yerleştirmiş çocuğu ama baktığı 12 sene boyunca çocuğun onu tanıdığını, anladığını, zekasını keşfedememiş işte bu küfür gibi geliyor bana. "Siz" diyorum "anlamamışsınız çocuğunuzu, zeka engelliymiş gibi anlatıyorsunuz ama çok büyük ihtmalle o sadece vucudunu kullanamıyor, beynini deği!". "Öyle mi diyorsun?" diyor "ama hiç bir belirti göstermemişti ki!" " O göstermeyecek ki sen anlayacaksın" diyemiyorum, ne desem boş...
"Ama çok iyi bakıyorlar diyor iyi mama yediriyorlar, banyosu özel, sakal tıraşını yapıyorlar, tatillere götürüyorlar, resim yaptırıyorlar" diyor, vicdanını rahatlatmaya çalışarak.
Peki kim seviyor onu, kim başını okşuyor kim yatağına yatırıp iyi geceler öpücüğü veriyor, kim sımsıkı sarılıyor?
 Cenk şu anda 36 yaşında, iyi bakılıyor, arada bir annesi telefon açtığında ağlıyor ve  neden ağladığına dair annesinin en ufak bir fikri bile yok.
(fotograf: jeremy geddes)

13 Temmuz 2010 Salı

şans

feribotla giderken tatile, ortasında masa olan, 4 kişinin karşılıklı oturduğu koltuklardan aldık biletimizi. Oğlan ya kucakta ya masanın üstünde oturdu.
Karşımızdaki çiftle yolculuk boyunca hiç konuşmadık taa ki ineceğimize yakın kırmızı saçlı kadın bana dönüp "şanslı çocuk, size sahip olduğu için.." diyene, ben de  "asıl şanslı biziz, ona sahip olduğumuz için..." diye yanıtlayana  kadar...huzurlu bir yolculuktu, karşılıklı gülümsedik, iyi tatiller diledik...

12 Temmuz 2010 Pazartesi

cevap

Bodrum'da şirin bir köy evi.  Kocaman bir bahçe, asmadan çardak, 3-4 masa  var tıklım tıklım. Kahvaltı için buradayız. bahçede yetişenleri, ocakta pişenleri yiyoruz afiyetle. Hormonsuz ürün bulmuşuz kaçırırmamak gerek.
 Bizim masa kalabalık, babaanne, hala, arkadaşlarımız ve tabii ki küçük kuzen Leyla yanımızda.
Yan masada çocuklar var, içlerinden biri sürekli kucağımdaki oğlanı kesiyor, merak içinde, gözlerinden belli.
Bir müddet sonra oğlanla Leyla'yı alıp tavuklara bakmaya gidiyorum. Küçük kız biz yanından geçerken Leyla'ya "senin kardeşin hasta mı?" diyor. "Benim kardeşim yok ki" diye cevaplıyor bizimki. "O benim kuzenim."  "Hasta mı?" diye ısrar ediyor karşısındaki. "Yoo hasta değil" diyor Leyla. "Niye öööyle bakıyor peki ?" diye gözlerini devirip boynunu eğiyor kız çocuğu, oğlanı taklit ederek.  "Tanımadıklarına öööyle bakar o" diyor Leyla kızın sesindeki alaycı tonlamayı taklit ederek. Ben veremezdim bu cevabı. O tonlamayı da yapamazdım zaten. Zaten cevap da o kadar doğru ki... Alnından öpüyoruz Leyla'yı ailecek, 5 yaşının bilgeliğinden ötürü önünde saygıyla eğilerek.

11 Temmuz 2010 Pazar

tatil bitti

tatil bitti...
sandığım kadar zor olmadı, arabayla yolculuk. istanbul - izmir ardından bodrum.
 Oğlanla 7 gün 24 saat beraberlik, aynı yatakta uyumak, denizde yüzmek, kumda oynamak, bütün gün kucak, oyun, ilgi alaka, sevdiklerimiz yanımızda, şımarıklık hat safhada, uyku saati yok, sevmediği yemekler yok.
 Sonuç; aylarca uğraştığımız fizik tedavi seanslarında tekrarladığımız hareketler kendiliğinden ortaya çıktı. Biz dön demeden kendi kendine dönmeye başladı, tut demeden eller çalıştı oyuncaklarla oynandı, ağzından yeni kelimeler döküldü. Biz de şaşırdık, kendisi de.
sardı mı beni yerleşsek buralara daha mı iyi olur soruları?
(fotograf: cihan alpgiray)

3 Temmuz 2010 Cumartesi

tatil

tatile çıkıyoruz oğlumla. tam bir hafta. yolculuk yarın. önce izmir ardından bodrum. bu beraber üçüncü tatilimiz olacak. beraber yüzmeye de elbet ama en çok 1 hafta beraber uyuyacağımıza seviniyorum.

2 Temmuz 2010 Cuma

bir, iki ve üç

Süslü püslü bir kız, aşırı makyaj, ek yapılmış saçlar, topuklu ayakkabılar “sevebilir miyim” dedi, “tabii ki” dedim, “ sen ne tatlı bir şeysin,kuzum” diye yanaklarına daldı oğlanın, bizimkinin de hoşuna gitti. Zaten çok eğleniyorduk, iyice kendinden geçti. Tam o sırada sitenin kapısının önünde yoldan geçen arabaları seyredip gülüyorduk. Arkalarından “geeelll” diye bağırıyorduk, heycandan çığlıklar atıyorduk.

Kimsenin oğlanı sevmesinde sakınca yok, hatta karşılıklı sevgi alışverişinden daha güzel ne olabilir, taa ki seven kişi, gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başlayana kadar. Yine aynı şey oldu, yanımızda duran abla ağlamaya başladı, benim moralim bozuldu, oğlan neye uğradığını şaşırdı, bütün hevesimiz kaçtı, oyun yarıda kaldı.
“ablam engelli “dedi “neler yaşadığınızı biliyorum, o yüzden tutamadım kendimi kusura bakmayın” dedi.

Ne yaşadığımı, nasıl yaşadığımı benden başka kimse bilemez bu bir, ben engelli başka birini gördüğümde ağlamaya başlamıyorum bu iki, kimsenin biz eğlenirken neşemizi bozmaya hakkı yok bu da üç.

Türlü çabalarla kurduğum çok güzel bir hayatım var, bunu çevremdeki herkese de benimsetmeye çalışıyorum ama sanırım en çok mücadeleyi ailesinde engelli bir birey olanlarla veriyorum.

(illustrasyon: Joao Ruas)