31 Mayıs 2011 Salı

kapılar


Geçmiş zamanlardan birinde doktorun kapısının önünde bekleşiyoruz. Sıra kimde, kim girecek, kim yatacak, kim bu akşam evini görecek belli değil. Tedavinin yarısında bile değiliz, sinirler gerilmiş, kucağımızda uyuyan Umut. Benim gibi yerinde durmayı bilmeyen biri için sabahın 7:30undan beri aynı sandalyede oturmak eziyet olmuş. Ben hemotolojinin kapısını tutmuş, yanımda ayakta duran tanımadığım iki kanserli çocuk annesi daha konuşmadan düz duvara bakarken bir kadın yaklaşıyor. "benim kızımda" diyor "kemoterapi görecek, çok yan etkisi oluyor mu?" Diğer annelerle birbirimize baktığımızı hatırlıyorum. Kemoterapinin kendisi zaten bir yan etki değil mi? "Doktora sorun" diye geçiştiriyoruz ne desek doğru değil, kimine yan etki, kimine değil. Doktorumuz anlatsın biz değil...
Geçmiş zamanların birinde doktorun kapısının önünde bekleşiyoruz. Tüm çocuklar istisnasız saçsız, istisnasız kaşsız ve de istisnasız melek bakışlı. Hepsi tedavisinin ortalarında, bağışıklık düşük. En ufak bir mikrop günlerce hastanede yatmak demek. O yüzden tüm anne babalar tedirgin. Kapılarda, duvarlarda yazılar, "bulaşıcı hastalık varsa kapının önünde, hatta koridorda durmayın, dr'unuzla acilde görüşün!" yazıyor ama çok değil 4mt ötedeki kapı "göğüs hastlıkları"na ait, yani karşı sırada oturanlar genelde öksürenler, aksıranlar... Bir kadın yanaşıyor yavaşça kapıya, elinden tuttuğu bir kız çocuğu ile. Kızın saçları uzun, belli ki eski hasta,iyileşmiş, ama yüzünde belirgin benekler dolu. Ben daha anlayamadan durumu, kadın doktor odasına giriyor. Girmesi ile beraber doktor eşliğinde çıkartılması bir oluyor ve hızlıca uzaklaştırılıyor ortamdan, "su çiçeği" fısıltıları arasında, azarlarla beraber. Bildiğim kimsenin mikrop kapmadığı, kaptırılmadığı...
Geçmiş zamanlardan birinde doktorun kapısının önünde bekleşiyoruz. Tedavimiz sonlanmış. 1,5 senedir her hafta başında gelip bekleşmişiz o kapının önünde, eğer yatmıyorsak serviste. Son kontrollerden birindeyiz. İntern'lerden biri bizi farkediyor ve  şaşkınlıkla"bu Umut mu?" diye soruyor. Yere basıyor oğlan, saçları uzamış, gözünde gözlük, bambaşka bir çocuk olmuş. Hızla girip içeri "Umut gelmiş!" diye bağırarak haber veriyor doktorumuza, gülücüklerle içeri alınıyoruz.
Bugün bambaşka bir hastanenin bambaşka bir kapısında, bambaşka bir sebeple, yine aynı doktor için beklemişler oğlumla babası. Boş bir koridorda, rahat koltuklarda. Bir kadın gelmiş yanlarına, Umut'u sevmiş, o da ona "abla" demiş. Sonra doktorumuz çıkıp kapıdan eşimle konuşurken aynı kadın doktorumuza "bu o Umut"mu yoksa?" demiş. Demek hala anlatılıyoruz başka odalarda, başka hayatlarda olsak dahi.

Zaman geçiyor, oğlum büyüyor, kapılar değişiyor, insanlar geliyor, insanlar gidiyor ama doktorumuz aynı, içimizdeki güven aynı, umut aynı...

30 Mayıs 2011 Pazartesi

ÇOCUKLUĞUM; İKİ TERS, Bİ DÜZ

Pınar, yeni arkadaşım. Uzun zamandır adını duyduğum ama daha yeni tanışıp yazışmaya başladığım hayat dolu, neşeli, işli güçlü, evli barklı ve de CP'li arkadaşım. O'ndan, yaşadıklarından ve de annesinin deneyimlerinden yararlanacağım çok şey olduğunu düşündüğümden kendisinden bana yazılar yazmasını rica ettim. O da beni kırmadı ve çocukluğu ile ilgili çok güael bir yazı yolladı. Paylaşmayı borç bildim:


"Dikkat çekici bir çocuktum. Alnıma düşen sarı buklelerim, uzun kıvrık kirpiklerim ya da menekşe rengi kocaman gözlerim yoktu ama herhangi bir yere girdiğimde herkesin bana baktığını, bakmakla kalmayıp inceden süzdüğünü görürdüm. Çünkü “bir tuhaflık” vardı bende.

Aklımın erdiğine inandıklarında annem o önemli konuşmayı yapmış ve “yarım spastik” olduğumu vuruvermişti yüzüme. “Sen farklısın, hiçbir şeyi başkaları gibi yapamayacaksın ama başkaları gibi yapamamak dünyanın sonu değil.” Gibi bir şeyler söylediğini hatırlıyorum. Başıma gelen bu şeyin nedenini sorduğumda ayrıntı sever bir kadın olarak gereğini yapmış ve uzun uzun anlatmıştı her şeyi.

Annem için benim ne olduğum önemli değildi. Beni koşulsuz bir sevgiyle seviyordu ve başkalarının beni kabullenip kabullenmemesi umurunda değildi. Tıpkı diğer çocuklar gibi –bir yıl rötarlı da olsa- ilkokula gidecek ve belki de sınıfın en temiz ve özenli giyinen kızı olacaktım. Oldum da. Annemin ördüğü süeterleri giymeye, dantel yakalıkları takmaya da ilkokulda başladım. Daha doğrusu, hatırladığım ilk “anne örmesi” eşyalar bunlardı.

Şimdikilerle kıyaslandığında annemin bu işte epeyce acemi olduğunu söyleyebilirim. Sanırım benim bedensel gelişimimle haddinden fazla ilgilenmesi ve adeta kendisi de spastikmiş gibi egzersizleri benimle birlikte yapması onun örgü mesaisinden çalıyordu. Yaşım ilerleyip artık annesiz hareket etmeye başladığımda annemin örüp bana giydirdiklerinin hem sayısı arttı, hem de niteliği değişmeye başladı.

Annem daima öğretmenlerimle özel ilişkiler kurduğu ve bana gözkulak olmaları için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadığı için gelip giden tüm ilkokul öğretmenlerim –ki toplam beş taneydi- örneğin ilikleyemediğim ceket düğmelerini ilikler, çözülmüş olan ayakkabıı bağlarımı bağlarlardı. Diğerleri gibi olmadığımı ispatlayan bütün ayrıntılardan nefret eder, öğretmenlerimin gösterdiği bu “fazla şefkatten” hiç hoşlanmazdım.

Bütün bu ekstra çevre yardımlarına ve öğretmenle geçirilen fazladan dakikalara bir de “bakayım hırkana, annen yine döktürmüş, yaklaş biraz da şu örneği alayım”lar eklenince, dikkatler iyice üzerime toplanır ve annemin ördükleri başıma fena halde bela olurdu.

Lacivert eteğin üzerine giydiğimiz yasak grilerle okul kapısında beklediğimiz ortaokul ve lise yıllarında anne örgüsü süveterler ya da hırkalar benim için pek bir şey ifade etmezdi. Büyümüş ve çılgın anneyle birlikte harcanmış insanüstü çabayla nispeten daha az dikkat çeken bir kız olmuştum. Hala sınıfın en temiz pak öğrencilerinden biriydim ve üzerimde annemin örneğin Vakko’nun vitrinine bakarak çıkardığı örnekle okula gidiyordum. Sınıf arkadaşlarımın memeleri yavaş yavaş büyümeye başlamıştı hepsi güzel –hiç olmazsa genç- birer kız olmuştu ama benim bedenimde henüz bir hareket yoktu. Sınıfın en sevilen kızlarından biriydim ama tabii “arkadaş olarak.” Oysa farklı bir biçimde sevilmek ve spastikliğimden ya da üzerime giydiğim haraşo şeylerden gayrı da dikkat çekici olmak istiyordum. Annemle kurduğum sıkı ve özel ilişkidense artık tamamen sıkılmıştım ve onun ördüğü şeyleri giymek de bana üzerimdeki “anne etkisi” ni hatırlatmaktan başka bir şey yapmıyordu. Hatta bazen çantama yedek bir kazak atarak üzerimdeki anneden kurtulmayı denediğim de oluyordu.

Ne zamandı, tam olarak hatırlamıyorum ama başıma gelenleri tam olarak algılamayı ve insanlarla kurduğum ya da kuramadığım ilişkilerin faturasını anneme kesmemeyi başardım. O noktadan itibaren de annemin ördükleri yalnızca “kazak” ya da “hırka”ydı benim için.

Şimdilerdeyse, belkii yeterince yaş aldığım için, bayılıyorum “annem ördü” demeye. Annemse kafamda olup bitenlerden habersiz, dünyanın en mutlu “ören bayan”larından biri olmaya devam ediyor. Çünkü o da “ben ördüm” demeye ve örüdüğü şeyleri en küçük ayrıntılarına kadar anlatmaya bayılıyor.

PINAR DENİZ

27 Mayıs 2011 Cuma

her şey yolunda...

küçüğün kalbi göründü
büyüğün öksürüğü kontrol altına alındı.
her şey yolunda....

24 Mayıs 2011 Salı

tükürük köftesi :)

Kırmızı dudakların kenarından sızan tükürük, bazen fark edilip hemen toparlanıyor bazen de eğer keyif çok yerindeyse, yada çok dikkat kesilmişse bir şeye, akıp kıyafetlerinin üzerine damlayıveriyor. Tıpkı küçücük bir bebek gibi… Oğlan bazen kontrol edebiliyor, bazen edemiyor tükürüklerini. Şimdiye kadar kullandığımız kağıt mendilleri kutu kutu yan yana dizsek dünyanın çevresini dolaşır mı acaba? Bir arkadaşım, “bunlara para mı dayanır bir önlük taksanıza!” demişti. Yok olmaz, takamam, elimde cebimde mendillerle dolaşırım yine de takmam. O canvas pantolonlara, V yakalı incecik kazaklara hiç yakışır mı önlük? Büyüdü Umut, bebek değil ki artık, aklı da eriyor her şeye. Öğrenecek, tükürükleri toparlamayı, başka yolu yok.

Ama anlatmak istediğim asıl olay kılık kıyafeti değil, o tükürüğün yeri geldiğinde kağıt mendil bulunamadığında, elimin kenarıyla çabucacık ben nasıl alıveriyorsam, eşim, annem, nasıl siliveriyorsa çabucak, arkadaşlarımızın komşularımızın da hiç düşünmeden, iğrenmeden aynı hareketi yapmaları. Kimse böyle bir şeyi başkasının çocuğuna yapmaz kolay kolay. Yapmak zorunda da değil. Çok küçük, saniyelik bir an, ama benim için çok şey ifade ediyor. Her fark ettiğimde kalbim bir başka çarpıyor, burnumun direği sızlıyor ve etrafımdaki güzel insanlar için şükrediyorum…



23 Mayıs 2011 Pazartesi

bir Umut'tu yaşatan insanı...

"hiçbir kere hayat bayram olmadı bize,  yada her nefes alışımız bayramdı "
çok ince bir çizgi var bu iki bakış açısı arasında. Bir ona, bir diğerine gidip gelmekle geçiyor zaman. Var gücümle "her nefes alışımın bayram" olduğunda durmaya çalışsam da, "hiçbir kere hayat bayram olmadı" eteğimden tutup çekiştiriyor ara ara. Sendeliyorum...
Geçen çarşamba da aynı şey oldu. Anlı şanlı bir prof.'a tanışmaya gittiğimde, hamilelik takibimi yapmasını istediğimde, oğlumun durumunu anlattığımda, adamın yüzünden geçen kara bulutları gördüğümde, ultrason muayenesinde bebeğin kalp atışını göremeyip iyi olasılığın değil de kötü olasılığın üstüne bastırdığında, bu hafta düşük yapacağımı kehanet ettiğinde, eteğimden çekiştirilmeye başladım.
Kendimi dışarı attıktan sonraki ilk 15 dakika "yine mi, haketmiyorum, hiç gülemeyek miyim?"le geçti.
Sonra hemen toparlandım. Eski alışkanlık, üstüme yapışmış bir kere, "ortada fol yok yumurta yokken üzülünmez, kimsenin lafı ile hareket edilmez, zaman her şeyi halleder, biz neler atlattık, neler duyduk, hadi oradan'la, hem kötü bir şey olacaksa en başından olsun, ne yapalım" larla yürümeye devam ettim.
Ne de olsa "bir umut'tu yaşatan insanı"
E ben de "aldım elime sazımı..."

17 Mayıs 2011 Salı

bomba

Bu kez Umut için değil de benim için geldiğimiz doktorun bekleme odasındayız. Burası bir tüp bebek kliniği. Çiftler halinde gelmiş insanlar. Kimi aşırı süslü, kimi bezgin, kimi aşırı sevinçli, kimi hamile kimi henüz hamile değil ama umutlu çeşit çeşit kadın var içeride. Çocuğuyla gelen bir tek biz varız içeride, üstelik tüp bebek tedavisi ile değil de normal yoldan hamile kalan bir tek ben varım belki de. Oğlandan enerji fışkırıyor ve kucakta durmak istemiyor. Beklerken yürüyoruz, camdan bakıyoruz, şarkı söylüyoruz . Aileler şaşkınlıkla bakıyorlar bize. “Engelli bir çocuk! “ Tüm hamile kadınlar içlerinden “Allah korusun!” diye geçiriyorlar eminim. İnsan o bakışlardan hissedebiliyor ne demek istediklerini.

Hamilelerle dolu bir ortama bomba gibi düşüyoruz aslında. Herkes sus pus bizi izliyor. Çaktırmamaya çalışsalar da çok belli oluyor yüzlerdeki endişe.  Üstelik sıra da bir türlü bize gelmiyor.  Üstelik kendi doktorlarına gelmiş bu kadın, "bu çocuğu da bu doktor mu doğurttu acaba?"
Bir ara içlerinden bir tanesi dayanamıyor ve “kaç yaşında?” diye soruyor. “7” diyorum. “maşallah” diye cevap veriyor ama şaşkınlığını gözlerinden okuyorum.

Umut’un hiçbir şey umurunda değil gayet mutlu, o mutlu diye ben de mutluyum.

Sıra sonunda bize geliyor. Ultrasonun başındayız ve doğacak ufaklığa ekranda bakıyoruz. Çok garip geliyor. 7 sene önceki aynı doktor, eşim yine yanımda, ama bu sefer karnımdaki Umut değil, o babasının kucağında … Şaşırmış, neye bakması gerektiğini bilmez halde.

Çıkarken klinikten oğlan içeride bekleyenlere kocaman bir “baybay” çekiyor. Yine ses yok. Bomba etkisi devam ediyor demek ki. Olsun biz buradayız, varız, ve üstelik mutluyuz!

16 Mayıs 2011 Pazartesi

"dondurma" yöntemi

"Oksijensiz kalmak" çoğu CP’linin doğum sırasında başına gelmiş bir felakettir. “Neden?” sorusuna yanıt genelde bu şekilde verilir, “doğumda oksijensiz kalmış, beyin hasarı oluşmuş”
Geçenlerde gazetede okuduğum bir haber nispeten de olsa bu doğum sırasında bu durumun önlenebileceğine dair bir umut ışığı olduğunu hissettirdi bana, hem de yaşadığımız ülkede... “Nispeten” diyorum çünkü yapılan işlem çok yeni.  Etkisinin ne derece olduğu, çocuktaki hasarın boyutunun ne kadar indirgendiği bence henüz belirsiz. Olsun, bu bir başlangıçtır belki de…


"Doğum sırasında oksijensiz kaldıkları için ilerde zihinsel ya da bedensel engelli olma riski bulunan bebekler artık ''dondurularak'' yaşama döndürülüyor.
Türkiye'de ilk kez Ankara Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde uygulanmaya başlanan ''Servo Kontrol'' adı verilen, vücut ısısını yaşamsal değerin altına düşürerek belirli bir seviyede sabitleyen sistem, ters gelen ya da doğum sırasında başka bir nedenle oksijensiz kalan bebeklerin ilerde zihinsel ya da bedensel engelli olmalarının önüne geçiyor.
Ankara Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Başhekimi Doç. Dr. Nurullah Okumuş, dünyada büyük yankı bulan, İngiltere'de dondurularak yaşama döndürülen bebeğe uygulanan sistemin, Türkiye'de de bundan sonra bir çok bebek için umut olacağını bildirdi.
Bir hücrenin yaşaması için enerji üretmesi gerektiğini, bunun için de oksijene ihtiyaç duyduğunu anlatan Okumuş, aksi takdirde beyin hücrelerinin yok olduğunu, bu durumda da beyin hasarı ortaya çıktığını bildirdi.
Doğum sırasında, ters gelme ya da kordon dolanması gibi nedenlerle oksijensiz kalan bebeklerde ilerde fiziksel ya da zihinsel sorunlar ortaya çıktığını ifade eden Okumuş, ''dondurma'' tedavisiyle bunun önüne geçildiğini bildirdi.
Okumuş, Türkiye'de ilk kez Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde uygulanmaya başlanan ''servo kontrol'' yöntemiyle ilgili şu bilgileri aktardı:
''Bu yöntemle hücrenin metabolizması yavaşlatılıyor. Böylece vücutta oksijen, dolayısıyla da enerji ihtiyacı azalıyor. Oksijensiz kalındığında vücudun hasara en yatkın olduğu dönem, ilk günlerdir. 'Hipotermi' dediğimiz, vücut ısınının düşürüldüğü bu tedaviyle, hasar oluşumu engellenmeye çalışılıyor. Normal bir insanın vücut ısısı 36.5-37.5 derece arasındadır. Biz bu yöntemle vücut ısısını 33.5 dereceye düşürerek sabitliyoruz. 3 ya da 4 gün bu şekilde tedavi devam ediyor. Bu süre sonunda vücut ısısı yavaş yavaş artırılıyor. Böylece hücrelerde tekrar kanlanma başlıyor.''
''Dondurma'' yönteminin, ülkede bir kaç yenidoğan yoğun bakım merkezinde uygulandığını, ancak, düşürülen vücut ısısının sabitlendiği ''servo kontrol'' sisteminin sadece Ankara Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde uygulandığını ifade eden Okumuş, düşürülen vücut ısısının sabitlenmesinin, ayarlama yapılması için sürekli müdahalede bulunulmasını gerektirmediği için tedavide büyük yarar sağladığını bildirdi.
Doç. Dr. Okumuş, ''Hastanın vücut ısısının hem düşürülmesi, hem de tekrar yükseltilmesi belirli bir kademede yapılıyor. Tedaviyle sadece beyin değil, diğer organlar da korunuyor'' diye konuştu.
Kısa bir süre önce, doğum sırasında 20 dakika oksijensiz kalan bir bebeğin tedavi sayesinde sağlığına kavuşturulduğunu anlatan Okumuş, 3 gün önce dünyaya gelirken yine oksijensiz kalan bir başka bebeğin de aynı yöntemle yaşamını sağlıklı olarak sürdürmesinin sağlanacağını söyledi."

12 Mayıs 2011 Perşembe

hormonlar

Tacım doğalı 1 ayı geçti. Üniversiteden hocamın kızı Tacım. Uzun zaman beklediler istediler sonunda baş “tac”ları geldi, pembecik, yumaşacık… Hocamı çok severim, o da beni sever hala bağımız kopmadı ara ara görüşüyoruz. Beni okul döneminden takdir eder başarılı bulur, çizgimi beğenir, hep yanımdadır, sık sık da dile getirir.

Fakat doğum tebriki için hastaneye ziyaretine gittiğimde odadakilere söylediği cümle beni çok duygulandırdı. “Ayşin çok iyi bir anne, umarım ben de onun kadar iyi bir anne olabilirim!” İnsanın bu lafı kendinden büyük birinden hele çok saygı duyduğu takdir ettiği birinden hatta hocasından işitilmesi çok ender olacak bir şey ve yarattığı duygu inanılmaz güzel.

Hamile olduğumu öğrenmemin üzerinden daha 1 hafta bile geçmedi. Sevindim, çok sevindim..

Ama Umut’u kaldırmam, kucağımda taşımam hemen yasaklandı, her akşam yaptığımız top atma oyunu karnımda oturduğu için tehlikeli bir hal almaya başladı. Kollarından tutup yürütmem beni yormaya başladı bile işin kötüsü hemen uykum geliyor ve yeterince azıtıp oynatamıyorum oğlanı. Kucakta dans döndürüp döndürüp yatağa atmak söz konusu bile değil artık.

Daha yaratıcı olup yeni oyunlar bulmalıyım şimdi,ama bazen kafamı yastığa gömüp ağlayasım geliyor. "Anneliğim sekteye mi uğrayacak, oğlana yeterince ilgi gösteremeyecek miyim?" panikleri başladı bile...

Ama biliyorum her şey çok daha iyi olacak, biliyorum ama hormonlarda kulaklarımdan fışkıracak durumda, bazen saçmalıyorum...

Bu bloğu okuyan bana iyi dileklerde bulunup kutlayan herkese sonsuz teşekkür ediyorum !

11 Mayıs 2011 Çarşamba

bebek

Bu tüp bebek tedavisi ile doğmak istemeyen bir bebeğin hikayesidir.

Bu yıllar öncesinde annesinin rahmine düşen ama zor koşullar, gergin ortam ve sağlıksız şartlar gerekçesi ile milimetrelerle ölçülen bedeni daha kalp sesi bile işitilmeden oradan alınmış ama ruhu rahimde kalmış bir bebeğin öyküsüdür.
Bebeğin şimdilerde 7 yaşında olan bir ağabeyi bulunmaktadır. Çok ağır bir hastalıkla doğan ve son hafta kontrolüne kadar problemi bilinemeyen ağabeyi türlü ameliyatlar ve tedaviler sonucunda sağlığına kavuşmuş ama ağır engelli kalmıştır. Hala minicik bir bebek gibi bakıma muhtaçtır.
Anne, çocukları çok sevmesine ve hep kalabalık bir aile düşlemesine rağmen ilk çocuğunun durumundan dolayı ikincinin hayallerini hep ertelemiştir. Aynı sağlıksızlığın tekrarlanması endişesinin yanı sıra ilerideki hayatlarında ikinciye birincinin sorumluluğunun yüklenmesinin büyük haksızlık olduğunu düşündüğünden, ayrıca ikinciye verecek enerjisi olup olmadığından hep şüphe duymuştur.
Ama bebek tüm bunların bilincindedir. Bu hayata gelmeyi ve bu aileyi seçmeyi kendi istemektedir. Tıpkı sağlıksız doğan ilk çocuğun bu aileyi seçerek dünyaya gelmesi gibi. Sabırla bekler. Tüm şartların düzelmesini, ağabeyinin en keyifli, sıhhatli olduğu, anneye olan bağımlılığının sosyalleşme ile biraz da olsa koptuğu anı bekler. Annenin iş yükünün azalmasını, sağlığına çok daha önem verdiği anı kollar. Annesinin “tamam şimdi hazırım işte” dediği, artık doktorlardan, iğnelerden testlerden ve hastane kokusundan korkmadığı anı bekler.
Anne de tüm bu zaman içinde kendini dinler. Acaba’ları, belki’lere dönüşür, gittikçe cesaretlenir. “tamam şimdi!” dediği an eşiyle beraber bir doktora görünür. Türlü testler sonucu hem annede hem de babada yaşanılan bunca zor zamanın belirtileri olan üreme zayıflıkları bulgulanır. Doktor tüp bebeği önerir, anne kabul eder. Zahmetli bir işlem olduğunu bilse bile artık hazırdır. Doğumunun üzerinden 7 , kürtajının üzerinden 5 sene geçmiştir.
Anneye ilk günlerde yapması gerekenler anlatılır ilaçlar eline tutuşturulur. Anne diğer günlerde olacakları sormaz çünkü bilmek istemez, sadece ilk haftanın iğneleri elindedir. Çevresinde tüp bebek tedavisinden yıprananları, defalarca deneyerek başaranları veya başaramayanları , extra hormonların yarattığı etkileri bilir. İlk hafta ne yazık ki aileden uzakta dünyanın diğer ucunda bir iş seyahatinde tek başına geçekleşecektir. Anne bundan huzursuz olur ama kimseye belli etmez. Bir yandan da gelecek olanı artık çok istediğinden sesini çıkartmaz, işi bir sonraki aya atmaz.
Uçakta heyecandan uyuyamaz ve regl olmayı bekler, ertesi gün ilaçları dolaptayken bekler, sonraki gün yollardayken bekler. 1 hafta geçer ama hala bir hareket olmaz. Bebek annesini duyar ve istediğini bilir. Annesi hazır olduğunda kimselere zahmet vermeden sessizce rahimde belirir.
Anne şehre döndüğünde daha evin kapısından içeri girmeden laboratuara koşar, testini yaptırır. Sonucu almaya oğlu ile beraber gider ve oğlunun kulağına fısıldar “bir kardeşin olacak…”

Bu tüp bebek olarak doğmak istemeyen özel bir ruhun ilk hikayesidir.

10 Mayıs 2011 Salı

anlatamamak

derdini anlatamamak nasıl bir duygu hiç bilmiyorum  ama oğlum bizzat yaşıyor bugünlerde. Bir sinir, bir kızgınlık var üzerinde.
Anlıyorum sanıyordum her mimiğinden, çıkardığı her sesten, elinin her hareketinden ama yok anlayamadığım zamanlarda olmaya başladı, büyüyor artık.
 Geçenlerde Leyla ile beraber gittiğimiz çocuk parkında kaydırağın tepesinde olmak mı istedi ,yoksa inmek mi, kaymak mı istedi, ayakta durmak mı çözemedim. Korktu mu, kızdı mı, heyecanlandı mı bilemedim. Ben üst üste sordukça sinirlendiği kesin ama ne o istediğini anlatabildi ne ben anlayabildim.
Bu durumun ilerideki günlerde iki sonucu olabilir; ya hırçın ve sinirli bir çocuk olur çıkar ya da ne yapıp edip derdini anlatmayı öğrenir.
İkincisi olmasını tüm kalbimle diliyorum
(fotograf : marsha sardari)