31 Ağustos 2010 Salı

polaroid

Geçen gün fotografların durduğu kutuyu karıştırırken o polaroid geçti elime. Yeni eve taşınırken koymuştum bu kutuya hatırlıyorum ama çıkartıp bakmamışım yıllardır.
Tekrar bakmama gerek yok aslında çekildiği an'da, fotograftaki ifadeler de aklımda, sadece zamanla biraz solmuş polaroidin yapısından dolayı. Yaşıyor bu fotograf karesi, her canlı gibi bir ömrü var, bir bu kadar süre sonra tamamen solacak ve ölecek. Ama benim aklımda hep kalacak o an, o küçük el, o garip gülüşüm...
Tam 6 sene öncesi. Oğlan daha 1 haftalık. 6,5 saatlik beyin ameliyatından çıkmasının bir gün sonrası. Özel bir hastanenin yeni doğan yoğun bakım odası. Her yerde küvözler, küvözlerde hasta bebekler. Serumlar, ekranlar, sesler sesler...
Hemşire babasıyla beni içeri almış, üzerimizde önlükler, mavi beyaz pötikareli. Ellerimizi fırçalamış sonra steril etmişiz. "alabilir miyim kucağıma?" demişim, izin vermişler. Oğlanın başını omzuma dayamışım. Kafası kocaman sarılmış, çay kaşığı kadar yüzü görünüyor, gözleri kapalı baygın, teni beyaz, bembeyaz. Üzerine beyaz bir body giydirmişler, sol eli sargılı, damar yolundan serum veriliyor. Babası elini tutmuş gülümseyerek oğlana bakıyor, "aferim sana" bakışı bu, biliyorum.
Hemşire tam o anda "resminizi çekmemi ister misiniz?" diyor.  "evet" diyorum. Ne saçma bir belge aslında, ne garip bir an.  Ne işi var bu fotograf makinesinin bu odada? En doğal şeymiş gibi, bir doğumgünü anısı çektirirmiş gibi poz veriyorum. Yüzümde delice bir gülüş, neredeyse 32 diş ortada. İfademde delilik var, lohusalık var, panik var, yorgunluk var, gurur var,"bitti, yarın eve gideceğiz " zannettiğim  boşuna bir sevinç var, "ya bitmediyse?" diye korku var.
Fotografı elime tutuşturuyorlar, bende oğlanı onların kucaklarına. Cebimde resim odadan çıkıyoruz, 4 saat sonra tekrar geri gelmek üzere, daha bu koridorlarda seneler boyunca dolaşacağımı bilmeden...
(resim: m. karatoprak)

30 Ağustos 2010 Pazartesi

göz teması

Oğlan benimle bile göz teması kurmaz.  Çok çok nadir anlarda, kimse yanımızda yoksa eğer ve kucağımda oturuyorsa, çok keyfimiz yerindeyse, küçücük bir bakış atar önce sonra gözleri gözlerime kilitlenir bir süre bakarız birbirimize hayranlıkla.
Gözleri, bakışı herkes gibi değil onun. O bakmadan görenlerden, başka yöne doğru bakarken yanındakinin kim olduğunu, ne yaptığını bilenlerden.
Üzüm üzüme baka baka kararırmış derler ya, ben de oğlan gibi yapıyorum bazen, göz teması kurmuyorum ama sadece görmek istemediklerimle.
Kitapçıdaydık dün, oğlan pusetle yanımda, ben rafların arasında, ortam sessiz, olması gerektiği gibi... İçeriye bir ana oğul giriyor, görmüyorum ama seslerini duyuyorum çünkü tahminin aksine anne çok gürültülü.  Anne sürekli soruyor koca sesiyle oğluna "bak bu nasıl?" "aaa bak burada ne varmış?" "bunu alalım mı sana bir tanem?" Rahatsız oluyorum ve gelecek tehlikeyi seziyorum, kesin bize bulaşacak.
Herşeyi dramatize eden yeni nesil annelerden belli. Çocuğu ile kaliteli vakit geçirmeye takıntılı çalışan annelerden, bir pazar gününü çocuğa hediye alarak kaliteye boğanlardan.  Sonunda olan oluyor ve kasada karşılaşıyoruz.
Kadın oğlana doğru eğilip neredeyse bağırarak "meeerrrhabaaaa" diyor. Bizimki şaşkın başka tarafa bakıyor. Kadın ısrarcı "nasılsııınnnn?" diye soruyor.  Hiç karışmıyorum, bırakıyorum oğlan cevaplasın.  Önce iyiyim demek için kafasını sallıyor sonra incecik bir "abla" çıkıyor ağzından.  Kadın "ayyy bana abla dedi, gel oğlum bak kardeşe" diyor. "kaç yaşındasın sen bakalım?"  Benimki utanıyor kadın yabancı, sesi çok yüksek, üstelik cevaplayamayacağı yerden sormuş, kafayı pusete sokuyor. "Utanma Umut"  diyorum, "büyük benim oğlum" diyorum kadına.  "kardeş değil, abi yani" Sessizlik... Kadım "canıııımmm" diyor. Aslında "yazııııkkkkk" demek istiyor. Tonlama aynı. Sokakta zavallı bir yavru kedi görmüş gibi.
Parayı ödeyip çıkıyoruz oradan.
Eve yürürken tüm bu konuşma sırasında kadına hiç ama hiç bakmadığımı farkediyorum. Göz teması bir yana kadını hiç bir şekilde görmemişim bile. Sadece ve sadece oğluma bakmışım.
Gittikçe Umut'laşıyorum. Hoşuma gidiyor...

dağına göre kar mı, karına göre dağ mı?

Engelli annesiyim ben. Önceden veya sonradan tanıyanlar hep "Allah dağına göre kar verirmiş" diye beni örnek gösterirler, bense hep karşı çıkarım "hayır ben kara göre dağım" diye.
Herkes gibi hayalleri olan gezip görmeyi, öğrenmeyi herkes kadar seven biriydim ben de. Büyük bir çoğunluk gibi yaşamaya çalıştım hayatımı, değerleri, etiği olan, her anı dolu dolu yaşamaya çalışan biri gibi, olması gerektiği gibi...
İstediğim mesleğe sahip olmak için okudum. Hayalini kurduğum sıralarda oturdum, sevdiğim işi yapabilmek için sınavlara girdim, sadece diploma sahibi olmak için değil...
Çocuk sahibi olmayı çok istediğim için sevdiğim, çok iyi baba olacağına inandığım biri ile evlendim, sadece evlenmiş olmak için değil...
Anne olmak istedim, bir canı dünyaya getirip onunla büyümek, öğrenmek, iyi bir insan yapmaya çalışmak için, sadece bir çocuk sahibi olmak için değil...
Sonra oğluma kavuştuğum gün kar yağmaya başladı, hem de ne kar! Baktım ki duracağı da yok o zaman dedim ki "sadece tepe olursam bu kar beni ezip geçecek, yok edecek, dağ olayım ki kara karşı durabileyim"
İlk sağlam basmaya başlamam hurafelere, felaket senaryolarına kulağımı kapatmakla oldu. "milyonda bir yaşama şansı var" diyenlere "görmüyor, duymuyor" diyenlere aldırış etmedim. Ağlamamı bekleyenlere güldüm. "yaşayacak mı?" diye soranlara "ya, sen?" diye cevap verdim. Bakıp kafasını çevirenlerin önüne geçtim. Acıyanlara ben daha çok acıdım. Bilmeyenlere anlattım. Aralarına almak istemeyenlere sabrettim.
Kar durmadı hala devam ediyor ama artık tipi şeklinde değil en azından. Bense baktım ki bir dağ olmuşum, bu gücün bende olduğunu bilmeden, farkında olmadan.
Çocuk sahibi olan, kendini bilen her annenin içinde bir dağ olma gücü de var. Tıpkı kendisi gibi dağlar yaratabilme potansiyeli de. 
O yüzden biliyorum ki kara göre dağ olunuyor.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

bağımsızlık

Oğlan bağımsızlığını ilan etti.
Sitede bir sürü çocuk var.  Hepsi bakıcıları ile beraber bahçeyede tam da işten eve geldiğim saat onların oyun saati. En büyükleri Umut. Hepsi birlikte oyunda. Bizimki ablasının desteği ile peşlerinden koşuyor top ona gelirse tekme atmaya çalışıyor, saklanıyor, ebelemece oynuyor. Hepsi çığlık çığlığa, en çok da benimki bağırmakta.
Eskiden olsa yani bundan 3 ay önce, eve geldiğim andan onun yatış saatine kadar beraber oynardık, kucağımdan inmezdi,  fizik tedaviler, yemek, ilaç saati derken saat 9 olurdu ve ikimizde pestil gibi yatağımıza yatardık. Şimdi yemek için bile zor içeri sokuyoruz. Evdeyken bahçede oynayan çocuk sesi duysa kapıyı göstermeye başlıyor. Çok yorulursa komşu teyzelerin, ablaların kucaklarında oturmak istiyor.
Olan bana oldu yani. Bana çok bağımlı diye düşündüğüm oğluma bağımlı olan asıl benmişim onu anladım. Evde dört dönüp içeri girmesini bekliyorum. Oyun oynarken yanlarına gitsem çocuklar ve bakıcılar bana alışkın olmadıklarından rahat olamıyorlar, zaten oğlan beni oarada görünce “bay bay” diyerek ne istediğini gayet güzel anlatıyor. Onları görebileceğim bir köşede oturup sadece izlemekle yetiniyorum.
Demek çocukluğa geçiş böyle oluyor, demek bebeklik dönemi böyle sona eriyor. Çocuk anneden böyle ayrılıyor, 6 sene süren bir devrin bitişini çokça sevinçle, azıcık da buruklukla seyrediyorum.

24 Ağustos 2010 Salı

en ağırı

Eskiden çok eskidendi. “Yaşadım mı ben bunu” dediğim kadar eskiden. Hepi topu 3 sene öncesi, derine gömüldüğü yerde, sanki başka bir yaşamdanmış gibi eskiden.

İşteyim, telefon çalıyor.” Ayşin” diyor babası “yine aynı şey oldu, öğle uykusuna yattı ve uyandıramıyorum” Kalbim yerinden oynuyor, midem büzülüp küçücük oluyor. “geliyorum" diyorum. "Siz yola çıkın, acilde buluşuruz". Bomontiden Altunizadeye araba kullanacak halde değilim, iş yerinin şoförü yetiştiriyor. Buluştuğumuzda oğlan babasının kollarında derin uykuda. Acilde sıradayız, doktorları bekliyoruz, gelip bakanlar hiçbir şey yapamadan dönüyor. Bu kaçıncı sefer aynı şikayetle buraya gelişimiz. Kiminde hemen ayılmış, kiminde 3 saat sonra, kiminde ertesi sabah ama teşhis konulamıyor, ayıldığında hiçbir şey olmamış gibi tüm maymunluklarına devam ediyor. Yine aynı testleri istiyorlar. Ben de sabır kalmamış, "yok" diyorum "bu sefer daha farklı sanki…"  Herkese soruyoruz “şimdi ne olacak, ne yapacağız,?” Cevap yok, kimse bilmiyor. Özel hastaneyi arayayım diyorum sanki çare orada varmış gibi, vazgeçip cerrahımızı arıyorum akıl danışmak için “durun orada” diyor “kımıldamayın bir yere, doğru yerdesiniz” Sonunda yatırıyorlar bizi çocuk acilin küçük yatağına. Kapıya en yakın yatak, hep geldiğimiz yer. Ne nerede hemşireler kadar iyi biliyorum, doktorlar tanıdık, Semra Hemşire nöbetçi. Rahatlıyorum biraz.
“Menenjitten şüpheleniyoruz” diyorlar "belinden sıvı alacağız” ,“hayır” mı diyeceğim, seçeneğim yok ki.  Beyin Cerrahiden gelip müdahaleyi yapacaklar diyorlar. “hah “ diyorum, “geliyor benimkiler” Şu koca hastanede en sevmediğim ekip bu. Kraldan çok kralcılar çetesi. Ne kalpleri, ne elleri, ne karakterleri, ne vicdanları ustaları kadar gelişmemiş olan ama ustaları gibi görünmek için kelle kopartan çaylaklar sürüsü.  Oysa ustalarını yani oğlanın hayatını kurtaran cerrahı taparcasına seviyorum. “Peki “ diyorum ama içlerinden birinin methini duymuşum, ne kadar acemi olduğunu. Tam da "o gelmesin" derken kapıda beliriveriyor. "Hayır" diyorum "seni istemiyorum, sen git başkası gelsin". Şaşırıyor ilk defa bir hasta yakını tarafından geri çevrilmiş. Canımın burnumda olmasının acısını o çekiyor ve bir başkasını yolluyor.
Belden sıvı almak o kadar kolay değil, işinin ehli adam lazım. Oğlana cenin pozisyonu veriliyor, belkemiğindeki omurların birinin arasından ucu çok uzun sivri bir iğne ile giriliyor. Oğlan “hık” diye bir ses çıkartıyor, gözlerini açıyor, ağlar gibi bir yüz ifadesi yapıyor ama tekrar uykuya dalıyor. İşlem başarısız, sıvı alınamadı. Bir daha deneniyor, sonra bir daha, sonra bir daha.  Sonuncusunda biraz dinlensin diye bırakılıyor, sıvı alınana kadar işlem tekrar edilecek. Oğlanda ben de kıpkırmızıyız, ama o hala ayılmamış. Kucağıma alıyorum, başını omzuma yaslıyorum, bir iki dakika öylece duruyoruz. Garip bir ses geliyor gırtlağından, kaskatı kesildiğini hissediyorum, yüzüne baktığımda gözleri dışarı fırladığını, dudaklarının morardığını fark ediyorum. Hemen elimi ağzına sokup yan yatırıyorum. Ne diyorum sonrasında? nasıl bağırıyorum?  “nöbet geçiriyor” mu “yetişin” mi “doktor” mu ne?  Birileri geldiği anda kapıdan koşarak çıktığımı hatırlıyorum, babasını bulmak için.  Koşarken bağırdığımı da…Eşim koşuyor ben koşuyorum, bakıcı ablası ve eşi gelmiş o arada, onlar koşuyor, arkadaşlarım varmış dışarıda, onlar koşuyor, bir gürültü, bir karmaşa, birbirimize çarpıyoruz, beni oturtup yüzüme su sürüyorlar.  Bir yere gidememişiz  ki yine acilin önündeyiz, kapı aralık, oğlanın yatağının başı kalabalık.  Sürekli "ne yapabilirim"i düşünüyorum. Bir taraftan da "benim yüzümden, benim yüzümden" diye hastalıklı bir tekerleme tutturuyorum.
 Dr. Bahar’ı ben mi, arıyorum yoksa zaten aranmış mı da koşarak geliyor bilemiyorum. “sakin ol” diyor ve içeri giriyor.
Yıl gibi geçen dakikalardan sonraki sahne oğlan sedye ile kapıdan çıkartılıyor, ağzında nefes almasını sağlayan tüple doğruca beyin cerrahi servisine alınıyor .
“kalbi durmuştu" diyor Dr. Bahar "3 dakika kadar, ama endişelenecek kadar çok değil, geri getirdik, solunum cihazına bağladık, sakinleştirici verdik”  Deriiin çok deriiin bir nefes çekiyorum.
Geceyi başında geçiriyoruz sırayla ve yorgunluktan yarı baygın vaziyette. Sabah oluyor, öğleye doğru oğlan gözlerini açıyor verilen tüm sakinleştiricilere rağmen, solunum borusunu diliyle iterek çıkartmış, ilk işi gülümsemek oluyor sonra öpücük vermek.
Hayranlıkla bakıyorum oğluma, müdahale sırasında kırılmış dişlerine, kazınmış saçlarına ve bacağındaki morluklara, savaştan zaferle çıkan kahramanıma…

23 Ağustos 2010 Pazartesi

semra hemşire

Yine eski zamanlardan birinde dayımla kahve içiyoruz hastanenin bahçesinde, oğlan odada, annem refakatçi. Dayım İsveçten atlamış gelmiş, elinden geldiğince yanımızda olmaya çalışıyor. 25 senedir İsveçte yaşıyor, psikolog.  Yeryüzünde yaşam kalitesi en yüksek, insana verilen saygı ve hizmetin en değerli olduğu ülkelerden birinde yaşamanın huzuru var yüzünde.

İçerden haber geliyor, "Umut’un damar yolu patladı " diye. "Eyvah" diyorum içimden "yine dayanmadı" Damar yolu küçük gibi görünse de en büyük problemlerimizden biri.   Kemoterapi damarların dokusunu bozmuş, her gün  kan alınan damarlar bir türlü iyileşmemiş. Yeni damar aramak demek en az 3 kere iğne batırmak, deneme uğruna damarları iyileşebilecekken daha da kötü duruma sokmak demek aslında.
Nice anestezistleri dize getirmiş o damarlar, benim diyen sayısız uzmanı pes ettirmiş, acemileri yanına bile yaklaştırmamış.
Ama paniklemiyorum, rengim bile değişmiyor, "neyse ki Semra Hemşire var" diyorum içimden, "gözü kapalı bulur sağlam damarı şimdi"
Semra hemşire aslında çocuk acilde çalışıyor, Pediatri servisi ile hiç ilgisi yok ama kalbi pırlanta gibi olduğundan damarları çok kötü olan, kemoterapi gören çocuklara kıyamıyor ve acil odasına elinde kataterle gelen her çocuğu işi başından ne kadar aşkın olursa olsun kabul ediyor. Oğlanın neredeyse tüm tedavisinde sayısız kere damar yolunu o buldu, tedaviyi tamamlayabildiysek biraz da onun sayesinde... Evde ateşi çıksa bile kimi zaman acilden önce onun evine gidildi, damar yolu açıldı, test için kanlar tüplere dolduruldu.  Hiç bir zaman hayır demedi, işim var demedi, sadece ilk seferde bulamaz da canını yakar diye endişelendi.
Tüm bunları bildiğim için sakince oğlanı battaniyesine sarıp yanıma yardım için dayımı da alıp diğer binadaki çocuk acile'e gidiyorum. Her zamanki güler yüzüyle karşılayıp damar yolunu tek seferde açıyor ve dikkatle sabitliyor, Oğlan gık bile demiyor, canı hiç acımıyor.
Dayım şaşkın, anlamaya çalışıyor,
"tatlım, bu sizin hemşireniz değil mi şimdi?"
"hayır değil o acilden sorumlu"
"niye böyle bir iyilik yapıyor?
"çünkü o yeryüzündeki meleklerden biri, çünkü o biliyor ki kendisi açmazsa eğer kimse açamayacak, çocuk perişan olacak, hırpalanacak, kıyamıyor..."
"çok ama çok şaşırdım" diyor dayım, hayatı farklı ülkelerde hastanelerde geçmiş biri olarak, "bunu hiç biryerde göremezsin, ne isveçte, ne başka bir ülkede kimse böyle bir sorumluluğun altına girmez, taşın altına elini koymaz, çok şanslısınız"
Her hastaneye 3 - 5 tane Semra Hemşire diliyorum, en acil tarafından...
(resim: m. karatoprak)

iki savaşçı

İki savaşçı karşılıklı oturdular bugün. Biri lösemiyi yenmiş harika kadın Şule, diğeri tümörü doğduğuna pişman etmiş çocuk Umut. Karşılıklı gülüştüler, birbirleriyle cilveleştiler. Onlarla beraber olmak çok güzeldi, hayranlıkla seyrettim ikisini de...

19 Ağustos 2010 Perşembe

mutlu mutlu mutluyuuuummm bugüüünnnn

Bugün oğlumun doğum günü!

18 Ağustos 2010 Çarşamba

saç


Oğlan saçlı doğdu. Kulağının arkasına kıvrılacak kadar uzun, ipek yumuşaklığında, kahverengi saçlarla. Doğduktan 6 gün sonra beyin ameliyatına girerken kafasının sol yanındaki saçları traşladılar. sağda uzun şaçlar solda pembecik kafaderisi ile "son mohikan"a dönüştü. En kısa zamanda da diğer tarafıda traşlattık.
Sonrasında tam 18 ay boyunca bir daha hiç görmedim oğlanın saçını. Kemoterapi izin verdikçe kimi zaman sarı, kimi zaman siyah fırça gibi saçlar baş gösteriyor, kafa derisi kararıyor, kirpik dipleri sürmeleniyor sonra tekrar dökülüyordu.
Hastanede pediatri servisinde zaman zaman bir adamın sesi duyulur "çocuk saçı kesilir, bebek saçı kesilir, berber geldii" diye.  Çocuklarının kemoterapiden tutam tutam dökülen saçlarını yastıklardan toplayan anneler bu adamı çağırır, küçük kafaları gözyaşları ile  traş ettirirlerdi.  Hepimiz ağız birliği eder ne kadar yakıştığını söylerdik ufaklığa.
Derken bizimkinin tedavisi bitti, dudaklar kızardı, yanaklar al al oldu, saçlar geri geldi. Olabildiğince gür ve dalgalı. Uzattıkça uzattık, tadına vardık. Kirpikler taa aya kadar gitti, kaşlar ortada birleşti.
"hadi artık, çok uzadı, kestirelim" dedi bir gün babası, ama ben kıyamadım, hep "sonra" dedim.
Derken bir öğlen vakti oğlan uyuyuverdi ve uyanamadı. Acile koştuk, çok ağır bir nöbet geçirdiğini öğrendik, müdahale sırasında kucağımda kalbi duruverdi. Yetiştiler, geri getirdiler, tüplere serumlara bağladılar, saatler yıllar gibi geldi. Sonunda "iyi" dediler "merak etmeyin"
 Tam o sırada odanın kapısından bizi yıllarca yanlız bırakmayan Semra Hemşire çıkıverdi. Elime bir zarf tutuştup "şantından tahlil yapmamız gerekti, saçlarını kestik o yüzden, ama kıyamadım atmaya, zarfa koyup size getirdim" dedi. Yaşlar boşaldı gözümden.
Zarf hala evde bir yerlerde duruyor. Ne aramaya cesaretim var, ne de bulup içine bakmaya...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

dilek defteri

Sene 2008 Ablam elimden tutmuş reiki seminerine götürmüş, hiç bilmezken bu işleri, kafa dağıtmaya, ufuk açmaya gidiyorum koşa koşa. Korkut Hoca o kadar tatlı ki sabahtan akşama nasıl zaman geçiyor anlamıyorum.  Habire soruyorum Korkut'a oğlanı, nedenini, rüyalarımı, umutlarımı... Sabırla ve kendince cevaplıyor beni.   Başı sıkışınca "bir sonraki derste anlatacağım" diyor.  Göz pınarlarımda yaşlar var ama gülüyorum sürekli. Tüm sınıfa bir dilek defteri tutmamızı öneriyor.  Mümkünse hergün dileklerimizi yazmamızı, aynı cümleleri tekrar etmemizi ve dilek dilerken elimizi korkak alıştırmayıp hayal gücümüzü zorlamamızı istiyor.
Alıyorum mavi kaplı birdefter ve başlıyorum yazmaya gün be gün, hiç üşenmeden. Olaylar oluyor, zaman geçiyor, mekanlar, insanlar değişiyor, defteri daha az açar oluyorum ve en sonunda varlığını bile unutuyorum.
Taa ki geçen gün oğlanın medikal dosyalarının arasında mavisi gözüme çarpana dek.
 Dileklerimin çoğunun gerçekleştiğini farkediyorum hayretler içerisinde. Üstelik tam da yazarak tarif ettiğim detaylar ile.
Oğlanın sağlıklı ve mutlu olması her sayfada ilk dileğim olmuş, ardından huzurlu bir hayat, çok sevdiğim işimin görev tanımı, çalışma saatlerim, hatta şu anda oturduğumuz evin oda sayısı ve bahçesine kadar yazmışım seneler önce. Ailece tatile gidebilmek, oğlanla denize girebilmek, oğlanın arkadaşlarının eve gelmesi, yazı yazabilmek gibi gerçekleşmiş bir çok dilek.
Bugün yeni dileklerimi deftere geçiriyorum, evrenin beni duyduğunu, anladığını, isteklerimi gerçekleştirdiğini bilerek, şükrederek, gülümseyerek...
(Fotograf: Brooke Shaden)

15 Ağustos 2010 Pazar

tatilin özeti

"kirazzz" diye bağırıyorum, gülüyor Serhan "kocayemiş o" diye. "likapa" reçeli ikram ediyor, "sen bunu yaban mersini diye bilirsin" diyerek.  Hakikatten öyle, hatta yabanmersininden öte "blueberry" olarak bilirim, Starbucks'ta yediğim muffinlerden. Utanç verici.
Pansiyonun sahibi Serhan sırtımıza yastık koyuyor, masamıza muhlama, çay...Pikniğe iniyoruz dere kenarına, ayaklarımız buz gibi suyun içinde, ekmekarası peynir domates... Balıklıgöl'e çıkıyoruz 2,5 saat turmanış, yükseklik 3000mt. çıkmak değil de inmek çok zor geliyor. Eşimle grubun en sonundayız, kondisyon sıfır. Telefon çekmiyor pansiyonda, yürürken bulduğum her sinyalde evi arıyorum. Oğlan kulağımı sağır ediyor "annneeeee" diye bağırarak kahkahalar atıyor, içim rahatlıyor.  Komşularımız hergün oğlanın resimlerini çekip mesaj atıyorlar. Pansiyondan çıkıp 2km yürüyorum o fotograflara bakabilmek için. Özlüyorum, düşünüyorum, yaşıyorum.
Seneye oğlanla geleceğiz kısmetse...
(Fotograf: Serhan Pirpir)

karadenizin acısı

"dallarında meyveler çürüdü" diye anlatıyor Serhan abisi, o zamanları. Yani Çernobil kazasının olduğu 1986 senesini.  "İçtiğimiz suya, soluduğumuz havaya karıştı" diyor.
Tam o zaman değil ama sonrasında başgöstermiş kanser vakaları.  Herkesin ailesinde mutlaka 3-4 kişi kanser hastası. Ailesinden 4 kişiyi kaybetmiş Serhan, ablası da onlardan biri. "Beni yaylaya gömün" diye vasiyet etmiş Adliye abla, dedesiyle beraber çobanlık ettiği yaylaya.
Serhan onun anısına inşa etmiş bu evi elleriyle, adını da Koçira koymuş O'na ithafen "hamarat kadın" anlamında.
Bu yazıyı yazarken yine kanserden hayatını kaybeden Kazım Koyuncu'nun sesi yankılanıyor evin içinde.."ben seni sevdiğumi.."

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Koçira

Karadeniz de bir yayla... Resimlerini görür görmez çarpıldım. "Budur" dedim, "huzuru bulabileceğim, bir hafta boyunca uzanıp dinlenebileceğim, 2000mt yüksekteki masal diyarı." Sabah Trabzon'a uçuyoruz, gerisi Allah Kerim. Bir şekilde varırız yayladaki Koçira Pansiyona.
Oğlan evde kalacak yanında anneannesi, az önce öptük yatırdık, sabah o daha uyurken evden çıkacağız babasıyla. Benim seyahatlerime alışkın ama babasının olmayışını yadırgayacağı kesin.
Oralardan yazabilir miyim bilemeyeceğim ama izninizle ben bir Koçira'ya kadar gidip geleceğim!
(fotograf: Mehmet Ali Uzun)

6 Ağustos 2010 Cuma

sayıklamalar


Kendimi bıraktığım, sonra çırpınarak toplamaya çalıştığım anlar çok oldu. Sayısız, sırasız zamanlar bunlar, bir ileri, iki adım geri. Hep oğlan için doğruyu bulmak adına uğraşırken kendimle hesaplaşmalarım sayıklamalara dönüştü.

Önce kendimi unuttum, oğlanla bir beden oldum, o acı çektikçe içten içe kavruldum.  Sonra dışardan baktım, kalbimi dağladım.  Günleri kaçırdım, kimliğimi kaybettim.  Kendimi dışarılara attım, önüme gelene her detayı anlattım, baktım olmuyor, rahatlatmıyor, sustum, yadsıdım.  İçinde hastalığın, acının, sorumluluğun olmadığı dünyalara girmeye uğraştım. İstediğim an bir pencereden dışarı süzülüp kaçmak, gerektiğinde geri dönmek istedim.  Boş ümitlere kapıldım, kimseye faydası olmayan..

En sonunda gerçeği gördüm, sınırlarımı anladım.

Şu an sakin dönem, hesap kitap işlerini rafta. Uzun süre böyle kalır dllerim, çok çok uzun bir süre... Sakinlik güzelmiş, sevdim...
(Fotograf : Brooke Shaden)

5 Ağustos 2010 Perşembe

yaşam kullanma kılavuzu

1. Size bir vücut verilecektir. Onu beğenebilir ya da ondan nefret edebilirsiniz, ancak kesin olan bir şey varsa o da ömrünüzün geri kalanı boyunca ona sahip olacağınızdır.

2. Dersler öğreneceksiniz. Yeryüzünde Yaşamak isimli tam zamanlı bir okula kaydoluyorsunuz. Her kişi veya her olay birer Evrensel Öğretmen'dir..

3. Hatalar yoktur, yalnızca dersler vardır. Büyümek bir deneyim sürecidir. Başarı kadar yenilgiler de bu sürecin bir parçasıdır.

4. Bir ders öğrenilene kadar tekrar edilir. Bu ders, ta ki siz öğrenene kadar size çeşitli biçimlerde anlatılır. Ancak ondan sonra bir sonraki derse geçebilirsiniz. .

5. Eğer kolay dersleri öğrenemezseniz bu dersler giderek zorlaşırlar. Dışsal sorunlar içsel durumunuzun kesin bir yansımasıdır. İçsel engelleri ortadan kaldırdığınız zaman dış dünyanız değişir. Acı, evrenin sizin dikkatinizi çekme şeklidir.

6. Davranışlarınız değiştiği zaman bir dersi öğrenmiş olduğunuzu anlarsınız.. Bilgelik egzersizdir. Bir şeyin bir parçası, hiç bir şeyin bir çoğundan daha iyidir.

7. Buradan daha iyi bir orası yoktur. Orası dediğiniz yer burası olduğu zaman gene buraya kıyasla daha iyiymiş gibi görünen bir orası olacaktır.

8. Diğer insanlar yalnızca sizin aynanızdırlar. Diğer bir kişinin bir yönü sizin kendinizde sevdiğiniz ya da nefret ettiğiniz bir yönünüzü yansıtmadıkça onu sevmeniz ya da ondan nefret etmeniz mümkün değildir.

9. Yaşamınız size bağlıdır. Yaşam size tuvali sunar, resmi siz yaparsınız. Yaşamınıza sahip çıkın, yoksa başkası sahip çıkacaktır.

10. Daima ne isterseniz onu alırsınız. Bilinçaltınız kendinize çektiğiniz enerjileri, deneyimleri ve insanları doğrulukla belirler dolayısıyla ne istediğinizi bilmenin en güvenilir yolu neye sahip olduğunuzu görebilmektir. Kurbanlar yoktur, yalnızca öğrenciler vardır.

12. Cevaplar kendi içinizdedir. Çocukların başkalarının rehberliğine ihtiyacı vardır; bizler ise olgunlaştıkça Ruhun Yasalarının yazılı olduğu kalbimize güveniriz. Bildikleriniz duyduklarınızdan, okuduklarınızdan ya da size söylenenlerden çok daha fazladır. Yapmanız gereken yegane şey bakmak, dinlemek ve güvenmektir.

13. Tüm bunları unutacaksınız.

14. Ne zaman arzu ederseniz hatırlayabilirsiniz.

Cherie Carter-Scott' un
Life is a Game, These are the Rules adlı kitabından alınmıştır.
(fotograf: christian peterson)

4 Ağustos 2010 Çarşamba

sesler

Görmeyen birine renkler nasıl anlatılır? Ya duymayan birine sesler?
Seneler evvel daha sinirli bir ergenken seyrettiğim bir filmde görmeyen bir kızın eline sıcak bir taş tutuşturup "bak bu kırmızı" demişti esas oğlan. Ardından diğer eline soğuk bir taş verip "bak bu da mavi" çok etkilenmiştim. Biraz düşününce bir yolu bulunuyor mutlaka...
Oğlanın işitme duyusunun görmesinden çok daha iyi olduğunu anladığımdan beri, sen çok seslerden yardım alıyorum. Örneğin  musluğu her açtığımda "su" diyorum, buzdolabından her ses geldiğinde adını söylüyorum. Bilgisayarın durduğu köşe, televizyonun yeri, kapı, elektrik anahtarları, koridora asılı ses çıkartan ıvır zıvır,  hepsinin yerini seslerinden biliyor bu sayede.  Önce sesi duyuyor, sonra dönüp bakıyor.  Ayaksesimizden bizi tanıyor, hangimiz  yaklaşıyor biliyor.  Müthiş bir kulak.  Kazara elimiz bir nesneye çarpsa çıkan sesten ne olduğunu ayırd edebiliyor.  Telsiz telefonla kumandanın farkını sehpaya konduklarında çıkarttıkları seslerden anlıyor.
Kemoterapi "duyma kaybı"na yol açar diye sık sık kontrole gönderildik tedavi aşamasında.  Hastanenin labirentlerinin birine saklanmış 70li yıllardan kalma küçük bir gezegendi odyoloji.  İki şeker doktor hanım odanın atmosferine uyan kostümleriyle bizi karşılar, olabildiğince nazik, oğlanı kuveze yatırır, dev kulaklıkları yerleştirir, emzik ağzında, kafasında elektrotlarla rutin testini yaparlardı.  Her seferinde "duyma kaybı" çıkardı hiç şaşmadan.  En sonunda işitme aleti vermeyi teklif etti nazik hanımlar, güldük eşimle. "fısıltılarımız duyuyor " dedik, "olabilir" dediler "tiz sesleri duyabilir, ama işitme kaybı var." " Sonra " derdik eşimle s"onra alırız aleti ,şimdi gerek yok, biraz zaman geçsin."
Zaman geçti, komşunun köpeğinin havladığını, sokaktan geçen arabaları, taa uzaklardan belli belirsiz duyulan ezanı hepimizden önce farketti, taklitlerini yaptı.  Hiç bir sesii kaçırmıyor, onca gürültü arasından istediği sese odalanabiliyor, dinliyor, öğreniyor.  En çok onu şaşırtan seslere gülüyor, garip ötüşlü bir kuşa, egzosu patlamış kamyonete veya abartılı verilmiş bir öpücüğe kahkahadan kırılıyor.
Sesler en büyük yardımcımız.
Tutmuyor işte bazen testler, yanına bile yaklaşamıyor.
(fotograf: corey arnould)

EEG

Sayfa sayfa kağıtlar tutuşturuyorlar elimize.  Sıra sıra çizgiler, aynı filmlerde gördüğümüz deprem ölçerlerin yaptığı gibi... Ne kadar çok hareket, tepeler, sivriler, dikenler varsa çizgilerin üzerinde durum o kadar kötü.  Beyin dalgalarını aktivitesini ölçme yöntemi  EEG (elektroensefalografi)  Çocuklarda uykudayken yapılıyor, zor bir işlem değil fakat zahmetli.  Ayrıca sayfa sayfa diken gördükçe artan kalp sıkışması da cabası.
Bugün oğlanın EEGsi çekilecek, ilaçlarla baskılanmış epilepsisinin durumu gözden geçirilecek.  Tam 1 sene oldu bir evelkini çektireli. Önceleri ayda bir sonra 6 ayda bir şimdi senede bir yapılan bir işlem.
Ben yanında olmayacağım, babası ve ablası ile beraber gidecekler, gündüz saati işten izin almam zor.  Teknisyen raporu hazırlayacak sonra hep beraber nöroloğumuza gideceğiz durum değerlendirmesi için.
Uygulaması kolay değil ama acısız.  Aslında işlem kısa ama uzun süren çocuğun uyutulması.  Ha deyince uyumadığı için çocuklar hele ki 6 yaşının haşarılığı varsa üzerinde, sabah normalden çok daha erken uyandırılıyor, öğleden sonraya randevu alınıyor ki uykusu gelsin. Her çocuk gibi bizimki de dışarı çıkınca gözünü kulağını dört açıyor, uyumak mı?  Niye ki?
Popodan yapılan bir sakinleştirici yardıma koşuyor ama o da hemen uyutmuyor son çare babanın sıkıca sarılması.  Babanın sakinliği annenin endişe dalgalarından daha yatıştırıcı olduğu için iyi geliyor, en sonunda uyuyakalıyor, yani aslında bayılıyor.  Kafada bir sürü elektrot, çıkmaasın yerinden oynamasın diye dikkat etmek gerek.  Gözlerinin iyice kapalı olduğuna bakmak da.  Kirpikler o kadar uzun ki bazen ters dönüveriyor.  işlem sonrası saçlardan jölemsi yapıştırıcıyı çıkartabilmek bir marifet, al çocuğu, götür berbere, sıfıra vursun saçları daha iyi.  Tek tek yapışmış sakızları kafadan ayıklamak gibi bir iç sıkıntısı.  Elimizde asetonlu pamuk tutam tutam saçları siliyoruz her işlem sonrası.
Tam 4 senedir sabah ve akşam olmaz üzere iki ilaç kullanıyor oğlan.  Tabletler suda eritilip şırınga gibi bir aletle özenle yutturuluyor. Gözden yaş getirecek kadar acı ama bizimki alıştı seviyor hatta.  Tam 4 senedir bir gün dahi aksatmadık ilaçlarını, hangi günde olduğumuzu unutan babası, telsiz telefonu çantaya atıp iş yerine götürecek kadar dalgın olan annesi bugüne dek ilaç saatini hiç unutmadı. Bu ilaçlar bizim rahat nefes almamızı sağladı, hayata karışabilmemizi, kafayı sıyırmadan yaşayabilmemizi.
Şimdi ilaçlardan ricam bugün ekstra bir gayretle dikenli çizgileri de yok edebildiklerini göstermeleri.  Sayfa sayfa dümdüz çizgilerle bana gelmeleri.
(fotograf: james cooper)

1 Ağustos 2010 Pazar

100

100. yazı. Garip ama gerçek. Neredeyse bir solukta 100 yazı  çıkartabileceğimi önceden söyleseler inanmazdım.  Ne kadar dolmuşum, ne kadar ihtiyacım varmış sökülmeye parça parça...
Hayatımda "blog arkadaşlığı" diye bir kavram oluştu.  Üye olanlar, onların blogları, izlediklerikleri derken kapı kapıyı araladı.  Ben annelere ulaştım, anneler bana.  Yorumlar, mailler derken baktım ki bilgisayardan uzaklaşamıyorum, O gün başıma gelenleri blogda yazmaya değer veya değmez olarak nitelendiriyorum. Her eve lazım bir uğraşmış meğer, uzun zamandır mücadele ettiğim "boşluk" duygusunu artık hissetmiyorum.
Bu blog için bana güç veren, destek olan,  öğrenmemi sağlayan herkese özellikle eşim, Bernev, Damla,  Alperen ve annesi, Aslı Dinçman ve Burcu Karadayı'ya sonsuz teşekkürler!
(Fotograf: David Benjamin)