30 Kasım 2011 Çarşamba

kadir kıymet

O yüzüğü nereden almıştınız Şadan Hanım?  Hani bana 10 sene önceki düğünümde taktığınız yüzüğü? Ben onun değerini daha yeni anladım Şadan hanım,  aklım daha yeni başıma geldi.  Parmağıma göre küçülttürdüm geçen gün,  her gören bayılıyor, "nereden aldın?" diye soruyor.  Senelerce ahşap bir kutuda bekledi bu yüzük, kullanılacağı günü bekledi, karardı...  Olsun, temizlettim.
Ben elimdekinin kıymetini hemen anlamam  zaten Şadan Hanım.  Öyle bir yeteneksizliğim var.  Biraz zaman geçmesi lazım kadir kıymet bilmem için.  Rutin bir hayatın kıymetini de çok sonra farketim zaten işte tam da bu yüzden.  Ah bir bilseniz sıradan olmamak için neler yaptığımı?  Gittim sanat okudum önce, ressam olayım dedim, büyük büyük  adalarda evler mi tutmadım tek başıma, oradan büyük  büyük şehirlere mi göçmedim?  Bir itiraz bir itiraz, herşeye bir burun kıvırma . Allah kimseye kibir vermesin Şadan Hanım,  kibir kötü şey, insanı kör ediyor, kendini bilmez ediyor. Sonra bir gün hayat sizi alıp tepetaklak edince farkediyorsunuz anyayı konyayı.  O zaman "keşke diyorsunuz sıradan bir hayatım olsa, yeterki bir hayatım olsa..."
İşte böyle Şadan Hanım şimdi rutin bir hayatım var çok şükür.  Sabah kalkar kalkmaz oğlanın kahvaltısını, kıyafetlerini, ilaçlarını hazırlıyorum bir acele.  Sonra Murat'ı uyandırıyorum, ben evden çıkarken onlar hazırlanmaya başlıyorlar,  sonra okula gidiyorlar beraber.  Akşama kadar deli gibi çalışıyorum, başka bir şey düşünmeme vakit kalmıyor.  Akşam eve gelince yemek yiyoruz aynı sofrada hep beraber, ardından oyun oynayıp yatırıyoruz oğlanı,  biraz okuma yazma, en sonunda da uyku.  Gördüğünüz gibi çok sıradan, çok normal bir hayat, ne güzel.  E parmağımda da yüzüğüm var bugünlerde, bakıp bakıp gülümsediğim. Yeri gelmişken çok teşekkür ederim.  Sahi o yüzüğü nereden almıştınız Şadan hanım?

avm

 Eğer otoparkında engelli park yeri varsa, o park yeri bazı uyanıklar park etmesin diye zincirlerle korunmuşsa, tekerlekli sandalyeyi çıkartmaya yardımcı olacak bir görevli de varsa, hele o görevlinin kendisi de engelliyse, ve dünya tatlısı bir adamsa, asansörlerle istenilen kata rahatça ulaşılabiliyorsa, koridorlar anneanne ile tekerlekli sandalyedeki  torunun elele yanyana gidebileceği kadar genişse, mağazalar tıklım tıklım dolu değilse, bir de lokantalardan birinde pütürsüz çorba bulunursa, garsonlar oğlana yemek beğendirmek için pervane oluyorsa,  hiç de fena vakit geçirilmiyormuş bir alışveriş merkezinde...Yine de alışkanlık haline getirmemek gerek...Zira etraftakiler çok fazla süslü püslü ...İnsan alışverişe giderken bu kadar da kendine özenmez ki canım...

27 Kasım 2011 Pazar

deli kadın hikayeleri

Bir arkadaşım "nasıl delirmedin?" diye sormuştu bana, "nasıl delirmeden atlattın o günleri?"  Sanki delirmek bilinçli yapılan, ha deyince olan veya geçtiğinde, bittiğinde anladığın "haaa ben delirmişim meğer" denilebilen bir durummuş gibi...
"belki de delirmişimdir" demiştim "belki sen de deliymişsin de, o yüzden anlamamışsındır."
 Gülmüştüm.
Bugün Mine Söğüt'ün kitabını okudum  Deli Kadın Hikayeleri'ni. Bugün anladım aslında o günlerde nasıl  delirdiğimi,  nasıl gidip geldiğimi.  O günlerde gördüklerimin çoğunun da delirenler olduğunu.  Hepsini tek tek hafızama kazıdığımı, anlamaya çalıştığımı.
Çocuğu sakat doğdu diye reddeden kadını,  aylardır yoğun bakımda yatan çocuğunu bırakıp yeni hayat kurmaya çalışan anneyi, bebekleri yaşasın diye çırpınan, ayağındaki damar yolu çıkıvermesin, zedelenmesin diye tuvalet kağıdı rulolarından küçük patikler yapan babayı, yani eşimi... Komaya girmiş çocuğa ille de yemek yediren beni...Sürekli gülen, gülerken de sinir bozukluğundan zangır zangır titreyen beni, hastane koridorlarında senelerce eşofman ve terlik ikilemesiyle dolaşan beni...
Mine Söğüt yazmış hepsini, kadınları, deli  kadınları.  Eşi, Ustaların Ustası Bahadır Baruter'de resimlemiş.  Bir solukta okudum.  Çok tanıdık geldi.
Ve bugün "haa ben delirmişim meğer" dedim...

22 Kasım 2011 Salı

Wendy ve oğlu

Çinlilerle anlaşmak  zor ama aynı zamanda bir o kadar da keyiflidir.  Bir kere İngilizceyi çok iyi bilmeyeceksin. Cümlelerini kısa ve net kuracaksın.  Duyduğuna değil gördüğüne inanacaksın. "hayır" demezler, "anlamadım" lügatlarında yok, ayıp çünkü, saygısızlık, o yüzden herşey "evet"tir, her şey "tamam".   Vucut dili de başkadır zaten.   O başka şeye kafa sallar, sen başka.  Gülümserler, çok sık kahkaha atarlar ama komik olanın ne olduğundan çoğunlukla emin olamazsın.
Çalışma saatleri başka, aile hayatları başka, yemek kültürleri bambaşka.  Ama bir şey var ki  çok bizden, aynı bize benzeyen;  "Çocuk sevgisi!"   Bebek gördüklerinde verdikleri tepki,  çocukları ile zaman geçirirken ki halleri, onlara sarılmaları, öpmeleri, şımartmaları, küçük imparator yaratmaları tıpkısının aynısı, adeta Türk insanı.
70'lerden itibaren tek çocuk yapmaya izin vermiş devlet. kız, erkek ayırımı yapılmasın, aslında erkek evlat kayırılmasın diye de ultrasonu limitlemiş, doktorun aileye bilgi vermesini yasaklamış. Sonra ikinci çocuk isteyenlere çok yüksek bir tutar karşılığında izin vermiş, ama halk yoksul sadece çok zenginler ödeyebilmiş. Gittikçe esnemiş kurallar, rüşvetler, kız çocuklarını nufüsa yazdırmama başlamış,  şimdilerde anne ve baba üniversite mezunuysa ve de tek çocuksa ikinciye izin vermeye başlamışlar.
Ben böyle bir toplumda, SP'li  çocuğa sahip olmuş bir anne tanıdım. Aslında Wendy'yi (üniversite mezunları batılı ismi kullanıyorlar)  tanırdım ama SPli annesi olduğunu bilmezdim.  Bir gün mailler aksamaya, sonrada gelmemeye başladı kendisinden.  Patronu ile yazışmaya başladık. Sonradan çok sevdiğim bir arkadaşım haber verdi. "işten ayrıldı" dedi, çocuğunu anlattı, "Yardımcı olabilir misin?  Konuşabilir misin?"  "tabii ki" dedim. "elimden geldiğince..."
Fuarda standlarına uğradığımda Wendy yoktu ama karı koca olan patronları oradaydı. Önce iş güç konuştuk, kumaş seçtik, fiyat yaptık.  Bir türlü giremedim söze, nasıl soracağımı, nasıl başlayacağımı bilemedim . Sonra "ya allah" diye başladım konuşmaya kafa göz yararak.  Konu zaten çok hassas, anadilde konuşurken bile kelimeleri iyi seçmek gerek, değil ki Çin İngilizcesini anlamak ve dert anlatmak...Ama konu başlayınca su gibi akıp gitti.  Ne kültür farkı kaldı, ne vucut dili.. Önce bana Çinli Ufaklığı anlattılar, annesinin artık çalışamadığını, ama desteklerini kesmediklerini, maddi manevi yardım ettiklerini, doğumda oksijensiz kaldığından dolayı SP olduğunu, 2 yaşına geldiğini, babanın çocuğu istemeyip ikinci çocuk için devlete başvurduğunu, çünkü çinde engelli çocuğun utanç kaynağı olduğunu, tedavi için her gün masaj olduğunu, Çinli bir doktora gittiklerini... Sonra ben Umut'u anlattım, geçirdiğimiz evreleri, tedavisini,  şimdi okula başladığını, konuşmaya ve yürümeye çalıştığını.  Görüşmemizin en önemli anı benim SP'li çocukların aslında ne kadar akıllı olduklarını söylediğim dakikaydı. Kadıncağız ağlamaya başladı, adam duyduklarına inanamadı. "ama hiçbir şeyin farkında değil, kimseyi tanımıyor" dedi. Yanıldığını söyledim, sadece daha dikkatli bakmaları gerektiğini, izlemelerini ve o zaman farkedeceklerini. "annesi hep söylüyor zaten" dedi kadın, "haklı" dedim.  Gülümsediler.
"Wendy mutlaka bana yazsın, paylaşacak çok şeyimiz var" diyerek oradan ayrıldım, kendime gelebilmek için koyu bir de kahve içtim.
Tam 1 ay geçmek üzere, ama Wendy hala yazmadı.  Ama biliyorum kesin haberleşeceğiz yakında. Bu veletler bizi biraraya getirecek...Belki atlar gideriz biz de oralara, o masajları olmaya... Kimbilir...

16 Kasım 2011 Çarşamba

mış, muş...

mış, muş...
Artık sınıfın içinde arkadaşları bağırsa da zıplamıyormuş. Hatta donup kalmıyormuş bile. Şarkılara, oyunlara katılıyormuş.  Müzik dersi en sevdiğiymiş, öğretmenine "abi" diyormuş.  Dans etmek için sırasını beklemiyor, herkesle beraber dans ediyomuş.  Konuşabildiği kelimeleri yazıp duvara asmışlar, herkes oradan bakıp konuşturuyormuş.  Kuşluk kahvaltısında taze meyve suyunu neredeyse bitiriyormuş, hem de bardaktan. Yemeğini, yoğurdunu silip süpürüyormuş.  Sınıfında 3 öğrenci varmış, adı  "çiçekler" sınıfıymış.  Arkadaşları O'na çok özenli davranıyorlarmış. Yemekhaneye tekerlekli sandalyesini iterek onlar götürüyorlarmış.  Yemek yerken başı düşerse arkadaşı gelip kaldırıyormuş.  Her pazartesi ve cuma İstiklal marşlı tören yapıyorlarmış. Bizimki "lay lay lay" diyerek marşa eşlik ediyormuş.  Tek başına aldığı fizik tedavi ve bireysel eğitim dersleri başlamış ama daha konuşma terapisi başlamamış. Öğretmeni ile yürümeye başlamış, azar azar da olsa koridorda dolanıyorlarmış. 1. sınıflara ziyarete gidiyorlarmış.  Dinlenme saatinde kıkırdıyorlarmış.  Seviyormuş okulu, gülüyormuş.
mış, muş...
annesi çok seviniyormuş, babası yollarda biraz yoruluyormuş, ablası boya içinde kalan kıyafetlerine şaşırıyormuş, komşular "okul nasıl?" diye soruyorlarmış ve Umut'tan tek bir cevap geliyormuş "oooooh"

serap

Bir çift mavi göz, her zaman gülen bir ağız, konuşurken oynayan bir burun ve bol ama çok bol saç. Serap. Benim arkadaşım, kardeşim, canım.  Oyuncak insan, herkesin hep yanında bulunsun istediği insan, bakarken mutlaka gülümseten kişi, bana nasip oldu, benim arkadaşım oldu.
Büyükada da tanıştık biz. Oralarda yeni kurulan bir güzel sanatlar fakültesine asistan olduk birlikte.  Aslında aynı okuldan mezunmuşuz da haberimiz yokmuş birbirimizden.   Adada tanıştık, sonra kardeş ettim ben O'nu kendime, O beni hemen kardeş etmedi ama, yavaş yavaş ısındı.   Dedim ya, başka bir insandı, "niye beni bu kadar seviyorsun ki?" diye şaşırırdı ilk zamanlarda, "anam değilsin, babam değilsin"  Seviyordum işte, hem de çok. O böyle konuştukça daha çok.
 Aynı eve taşındık, aynı sofrayı, hatta bazen aynı odayı paylaştık  4 sene. İlk 2 sene İstanbulun 2 farklı semtlerinde yaşadık beraber, sonra Amerika'ya gittik elele.  İstanbuldayken de çok bağlıydık birbirimize, evde diğerimiz olmadan kalamazdık, korkardık, yemek bile yiyemezdik tek başımıza  ama New York'ta iki salak kuşa döndük, iyice birbirimize düştük.  Sadece ikimizdik.  Bana orada bir şeyler oldu, büyüdüm sanki yada öyle sandım ve kanatlarımın altına almaya çalıştım Serab'ı. Abla oldum.  Dil bilmezdi, yol bilmezdi, herşeyden ürker çekinirdi.  Önce başımızı sokacak berbat bir bodrum katı bulduk sonra para kazanmaya başladık.  Ben mesleğimle ilgili bir işe girdim tesadüfen, çabucacık. Gözüm hep onun üzerindeydi, dil okuluna beraber gittik, edindiğim arkadaşları arkadaşımız yaptım, saçına, arkadaşlarına  karıştım, kıyafetine laf ettim. Bulduğu işlere gittim baktım. Bebek gibiydi, saftı bana göre.  Bazen hoşlandı bu ilgimden, bazen de beni elinde ayakkabısı ile kovaladı.
Sonra o gün geldi, ben artık dönmek istedim. "hadi" dedim. "dönelim" İstemedi. "Git" dedi,  "beni bırak. Ben burada yaşayacağım."  elim ayağım tutmadı, ne yapsam ikna olmadı.  Tek başına O'nu orada bırakmak zalimce geldi, bencilce geldi.  "Ne yer, ne içer, kimle konuşur?"  diye düşündüm, panikledim.
"Bırak beni" dedi, "kendi ayaklarımın üzerinde durmayı öğrenmem gerek,  kendim olmam gerek, git. Senin yolun çizilmiş, sen orada olmalısın, ben burada düşünecek bir şey yok!"
Ağlaya ağlaya ayrıldım yanından.  Bıraktım.  Koca valizin üzerinde oturup ağlamamız hala gözümün önünde.
Tek başına kaldı oralarda, haberlerini aldım hep, başlarda tökezledi, bir kaç taşa takıldı, sonra doğruldu, yürümeye başladı ve en sonunda da hızlanıp koşmaya... Kendi şirketini kurdu, evlendi, 2 güzel çocuğu var şu anda. O küçücük kız anne oldu. Ve en önemlisi  mutlu oldu!
Belki de ben olsaydım yanında bunların hiçbiri olmayacaktı. Hiçbir zaman cesaret bulamayacak, hep küçük kız kardeş olarak kalacaktı.  Başardı Serap, istediklerini elde etti. Tek başına.
Ben bunların hiçbirini göremedim, iş hayatını, düğününü, hamileliğini, anneliğini bilemedim. Bunlar benim kaybım belki ama onun kazancı.  Kalbimin onunla olduğunu hep biliyor.
Bazen istemeden de olsa korumak, kollamak, sevmek adına karşımızdaki kişiye en büyük haksızlığı yapıyoruz.  Denemesine, kendini bulmasına izin vermiyoruz.
Bana şimdi soruyorlar; "Umut'u nasıl yolluyorsun okula, tek başına, tüm gün boyunca, nasıl cesaret ediyorsun?"
Aklıma Serap örneği gibi bir sürü örnek geliyor.  Herkesin kendine ait bir dünyası olmalı, başlarda zor olsa da kendi başına olmayı bilmeli... Engelli 7 yaşında bir çocuk olsa bile, özgür olmalı... Bense onu bırakmayı öğrenmeliyim, çok ama çok zor olsa bile...

14 Kasım 2011 Pazartesi

okulun jerry'si

uzun zamandır daha sevimli bir şey görmedim :)

13 Kasım 2011 Pazar

damar damar üstüne binmiş

Basit çok basitmiş meğer bütün sorun gibi geliyor bazen. Ensesinde bir yere bastıracakmışım yanlışlıkla ya da ağzının içine bağıracakmışım, yani o kadar absürd, basit bir şey yapacakmışım ve bu et yığını halinden çıkıp dimdik ayakta duracakmış Umut.
 O kadar saçma birşeymiş ki aslında vucudunu kullanamamasının sebebi, bu güne kadar hiçbir doktor akıl edememiş gibi... Hani derler ya "damar damar üstüne binmiş" (Umut'un doktoru Bahar bu cümleye çok güler!) de biz farkedememişiz, şöyle sol kulak memesini iyice sola çevirince damar yerine oturacakmışta, masadaki bardağa uzanabilecekmiş gibi...
Öyle geliyor bazen, anlattığım birşeyi can kulağı ile dinlerken, yaptığım espriye kahkahalarla gülerken, 1 yıl önce öğrettiğim bir hareketi hatırlayıp aynısını yaparken.
Geçen gün bir veli ile konuşuyorduk. Onun kızı yürüyebiliyor, konuşabiliyor, bilgisayarda oyunlar oynayabiliyor."Yıllarca aynı fizyoterapiste gittik bir işe yaramadı, ne zamanki bilmemkime gitmeye başladık, o zamandan beri yürümeye başladı, bir eşik atlattılar kızıma, ve herşey düzeldi" dedi.
tamam tabii ki alacağım numaralarını, tabii ki götürüp göstereceğim Umut'u oraya ama olacağı vardı da mı oldu yoksa gerçekten 7 senedir hiç görmediğimiz, basit ve absürd bir şey mi uyguladılar bilemiyorum.
Bugün ağzının içine kuvvetlice bağırdım. Karşılıklı gülme krizine girmemizden başka işe yaramadı. Yarında sol kulak memesini iyice çevireyim bakayım ne olacak?

9 Kasım 2011 Çarşamba

mavi kolçaklı taht

Çok farklıymış. İnsanın çocuğunu pusette değil de tekerlekli sandalyede dolaştırması, o büyük tekerlekleri kaldırımlara çıkartması, bir vitrinin önünden geçerken yansımasını görünce hissettikleri  çok farklıymış.
 Bana resmini yolladı eşim seyahatteyken, "bak" dedi," bunu alıyoruz,  yerli üretim, süsü püsü yok, ama rahat, oğlan  dik oturuyor üzerinde, bir iki kemerle iyice düzeltilecek oturuşu, bir de kafa desteği kondu mu tamamdır"
 Baktım yolladığı fotografa uzun uzun, gülümseyerek, "çok sevimli" dedim, mavi -siyah, kocaman tekerlekli, "ben onu boyarım, üstüne desenler çizerim" yeterki rahat rahat otursun, sağa sola kaykılmasın,  baksın etrafına."
Dün deneme sürüşü yaptık, oturttuk Umut Beyi yeni tahtına.  Ben ne kadar rahat, benimsemiş, engelle barışık bir anne olsamda ya da olduğumu sansamda,  karşısına geçince minicik tekerlekli sandalyedeki minicik oğlumun, içimde bir şey titredi, titredi, gerildi ve koptu.  O kadar minik ki, o kadar tatlı ki, o kadar büyük haksızlık ki  O'na , bana, babasına, ve bu sandalyeyi kullanmak zorunda kalan herkese... Bir anda herşey kapkara oldu etrafımda...
Ben böyle konuşmam, böyle hissetmem,  böyle konuşanları da bir güzel sustururum ama dün birşeyler oldu bana.  Önce kendime yüklendim, "yanlış bir şeyler yapıyoruz, yanlış fizik tedavi uyguluyoruz, okula harcadığımız zamanı ve parayı fizik tedaviye harcamıyoruz, boşa kürek sallıyoruz, kaybolduk, önem vermemiz gereken şeyi ikinci plana atıyoruz" diye, sonra eşime yüklendim "gözünün üstünde kaşı var" diye, sonra sandalyeye kızdım "ayarsız diye" "kaldırımlar çok yüksek, yollar çukurlu" diye " sürerken eğilmek zorunda kalıyorum" diye... En nihayetinde kahve gezimizi yarıda kesip eve döndüm.
yorganı başıma kadar çekip  saatlerce uyudum, uyudum...
Uyandığımda tekerlekli sandalye hala orada duruyordu. Gidip güzel bir sırt çantası astım arkasına, içine ıvır zıvır doldurdum, yarın boyarım mavi kolçaklarını nasıl olsa tatil, hava da güzel, gezer tozarız etrafta...
evet farklıymış ama dünyanın sonu hiç değilmiş. Ve uyuyup kafayı yeniden çalıştırmak her annenin hakkıymış...

8 Kasım 2011 Salı

çin


bir koşu Çin'e gittim de geldim.  Önce Umut'u yatağına yatırıp "iyi geceler" dedim, sonra uçağa binip 11 saat yol gittim. 1 fuar, 1 fabrika gezdim, tam 4 toplantıya girdim, arada alışveriş de yapıp, yeşil ve yapış yapış yemekler yedim. En sonunda oğlan daha uyanmadan eve vardım, "günaydın" diye yanağından öpüverdim.