16 Kasım 2011 Çarşamba

serap

Bir çift mavi göz, her zaman gülen bir ağız, konuşurken oynayan bir burun ve bol ama çok bol saç. Serap. Benim arkadaşım, kardeşim, canım.  Oyuncak insan, herkesin hep yanında bulunsun istediği insan, bakarken mutlaka gülümseten kişi, bana nasip oldu, benim arkadaşım oldu.
Büyükada da tanıştık biz. Oralarda yeni kurulan bir güzel sanatlar fakültesine asistan olduk birlikte.  Aslında aynı okuldan mezunmuşuz da haberimiz yokmuş birbirimizden.   Adada tanıştık, sonra kardeş ettim ben O'nu kendime, O beni hemen kardeş etmedi ama, yavaş yavaş ısındı.   Dedim ya, başka bir insandı, "niye beni bu kadar seviyorsun ki?" diye şaşırırdı ilk zamanlarda, "anam değilsin, babam değilsin"  Seviyordum işte, hem de çok. O böyle konuştukça daha çok.
 Aynı eve taşındık, aynı sofrayı, hatta bazen aynı odayı paylaştık  4 sene. İlk 2 sene İstanbulun 2 farklı semtlerinde yaşadık beraber, sonra Amerika'ya gittik elele.  İstanbuldayken de çok bağlıydık birbirimize, evde diğerimiz olmadan kalamazdık, korkardık, yemek bile yiyemezdik tek başımıza  ama New York'ta iki salak kuşa döndük, iyice birbirimize düştük.  Sadece ikimizdik.  Bana orada bir şeyler oldu, büyüdüm sanki yada öyle sandım ve kanatlarımın altına almaya çalıştım Serab'ı. Abla oldum.  Dil bilmezdi, yol bilmezdi, herşeyden ürker çekinirdi.  Önce başımızı sokacak berbat bir bodrum katı bulduk sonra para kazanmaya başladık.  Ben mesleğimle ilgili bir işe girdim tesadüfen, çabucacık. Gözüm hep onun üzerindeydi, dil okuluna beraber gittik, edindiğim arkadaşları arkadaşımız yaptım, saçına, arkadaşlarına  karıştım, kıyafetine laf ettim. Bulduğu işlere gittim baktım. Bebek gibiydi, saftı bana göre.  Bazen hoşlandı bu ilgimden, bazen de beni elinde ayakkabısı ile kovaladı.
Sonra o gün geldi, ben artık dönmek istedim. "hadi" dedim. "dönelim" İstemedi. "Git" dedi,  "beni bırak. Ben burada yaşayacağım."  elim ayağım tutmadı, ne yapsam ikna olmadı.  Tek başına O'nu orada bırakmak zalimce geldi, bencilce geldi.  "Ne yer, ne içer, kimle konuşur?"  diye düşündüm, panikledim.
"Bırak beni" dedi, "kendi ayaklarımın üzerinde durmayı öğrenmem gerek,  kendim olmam gerek, git. Senin yolun çizilmiş, sen orada olmalısın, ben burada düşünecek bir şey yok!"
Ağlaya ağlaya ayrıldım yanından.  Bıraktım.  Koca valizin üzerinde oturup ağlamamız hala gözümün önünde.
Tek başına kaldı oralarda, haberlerini aldım hep, başlarda tökezledi, bir kaç taşa takıldı, sonra doğruldu, yürümeye başladı ve en sonunda da hızlanıp koşmaya... Kendi şirketini kurdu, evlendi, 2 güzel çocuğu var şu anda. O küçücük kız anne oldu. Ve en önemlisi  mutlu oldu!
Belki de ben olsaydım yanında bunların hiçbiri olmayacaktı. Hiçbir zaman cesaret bulamayacak, hep küçük kız kardeş olarak kalacaktı.  Başardı Serap, istediklerini elde etti. Tek başına.
Ben bunların hiçbirini göremedim, iş hayatını, düğününü, hamileliğini, anneliğini bilemedim. Bunlar benim kaybım belki ama onun kazancı.  Kalbimin onunla olduğunu hep biliyor.
Bazen istemeden de olsa korumak, kollamak, sevmek adına karşımızdaki kişiye en büyük haksızlığı yapıyoruz.  Denemesine, kendini bulmasına izin vermiyoruz.
Bana şimdi soruyorlar; "Umut'u nasıl yolluyorsun okula, tek başına, tüm gün boyunca, nasıl cesaret ediyorsun?"
Aklıma Serap örneği gibi bir sürü örnek geliyor.  Herkesin kendine ait bir dünyası olmalı, başlarda zor olsa da kendi başına olmayı bilmeli... Engelli 7 yaşında bir çocuk olsa bile, özgür olmalı... Bense onu bırakmayı öğrenmeliyim, çok ama çok zor olsa bile...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder