31 Mayıs 2010 Pazartesi

yol

Adam anlamadığım bir dille konuşuyor. Tercüman söylediklerini Türkçeye çeviriyor.  Ben cevaplarımı İngilizce veriyorum.  Adam anlıyor yine İsveçce konuşarak tercumandan çevirmesini istiyor.  Böyle bir dil üçgeni var odada. Tamamen prosedür gereği, tamamen devletin isteği.  Doktor yanlış anlaşılmamalı yabancı hasta tarafından.
Tercüman orta yaşlı bir kadın, çok duygusal, sesi titreyerek, kendi üzüntüsünü yansıtarak çeviriyor doktorun ağzından çıkanları, gözleri dolu dolu.
"gelecek diye bir şeyleri yok böyle hastaların" diyor, "malesef ortalama ömürleri 20-25 yıl"  adam pat diye söyleyiveriyor bunu ama tercüman kadın pat diye çeviremiyor işte, çok ağır sözler bunlar çünkü. "kötü bakımdan" diyor adam "enfeksiyondan, iç organların iflas etmesinden vs. ama durum böyle..."
Oğlan 25ine gelince benim kaç yaşımda olacağımı hesaplıyorum hemen. "Eh .." diyorum içimden "20  güzel yıl var önümde, ben de daha uzun yaşayamam zaten. "
Sonra birden  o ilk doğduğunda bana söylenilenler geliyor aklıma "ameliyat olmazsa 15 gün " demişşlerdi. Sonra kemoterapiye başladık, "5 yıl uzattık ömrünü " dediler. Şimdi iddialarda 25 yıla çıkmışız. Güzel yol katetmişiz,  seviniyorum. 
Ben gülümseyince tercüman şaşırıyor.
Sonra karşılıklı sigara içerken hastane kapısında, anlatıyorum ona neden gülümsediğimi, o da bana neden o kadar üzüldüğünü, otizmli oğlunu....

30 Mayıs 2010 Pazar

gelişim terapileri

Gelişim terapisine başladığımızdan beri yani neredeyse 4 yıldır içimde bir şüphe var. Doğru yolda olup olmadığımıza bir türlü emin olamıyorum. Önümde temel taş olan fizik tedavinin yanısıra bir sürü alternatif var, hidroterapi, konuşma terapisi, grup terapi, hippoterapi gibi uzuyor liste.  Hangisi ne kadar süre ile ne şekilde bir müfredatla izlenmeli, buna kim karar vermeli bilemiyorum. Uzman kişinin elinde miyiz yoksa sadece  para kazanmaya çalışan ticari bir kurumda mıyız bazen emin olamıyorum.
Bu şüphelerimin ayuka çıktığı bir dönemde, hem methini duyduğum ortopediste muayne olmaya hem de oralarda bu işler nasıl oluyor öğrenmeye İsveç'te bir çocuk hastanesine götürdüm oğlanı. Aylar süren yazışmalar sonucu doktordan randevu alabildim. Çok şey ümit etmeden, sadece tatil için orada bulunuyormuşuz da geçerken uğramışız gibi  kendimi telkin ederek hastaneye vardık. Ortam bir çocuk hastanesinin olması gerektiği gibiydi, her şey ne aşırı  sevimli ne de kasvetli...
O gün orada iki şey duydum biri tamamen doğru diğeri tamamen yanlış olan;
Doğru olan İsveç'te bizim uyguladıklarımız dışında bir gelişim terapisi olmadığı, hatta bizim daha fazla planlı programlı olduğumuzdu. Bunu duyduğumda sevindim ve kafamdaki acaba'lardan birini sildim.
Yanlış olansa doktorun oğlan hakkındaki yorumuydu. Oğlanınki gibi bir vakada gelinebilecek  en iyi yerin bu olduğu ve bizim extradan uyguladığımız her türlü terapinin onun ileri gitmesini sağlamayacağını ,ama geri gitmesini engelleyeceği görüşü ise tamamen yanlıştı.
Cevap vermedim, ama teşekkür de etmedim. Oğlanın üstünü başını giydirip, puseti iterek Stockholm'un güzel sokaklarına attım kendimi. Kahvelerimizi içtik, müzeleri gezdik, sokak şarkıları dinledik. Zaten biz hastaneye sadece geçerken uğramıştık!

binlerce teşekkür

gazetede blog hakkında çıkan habere ilgi gösteren, yorumlarını yazan, yalnız olmadığımı hissettiren herkese binlerce teşekkür.  Bu haber sayesinde çok değerli insanlara ulaştığımı düşünüyorum. Bana yeni kapılar aralayacak, farklı yönlerden bakmamı sağlayacak, bir çok güzel insanla dostluğum başlayacağı için çok mutluyum.
http://www.hurriyet.com.tr/cumartesi/14861117.asp?gid=66

(desen: L.Solovic)

28 Mayıs 2010 Cuma

seçim

"Bak" dedi doktorumuz bana "sizinkinden önce muayne ettiğim kızı gördün mü? 12 yaşında, babası kucağında taşıyor.  Kitap okuyormuş, ne önemi var, kendi başına tuvalete gidemedikten sonra..."  "O yüzden karar ver" diyor "fiziksel gelişmesine mi yoğunlaşacaksın, yoksa zihinsel  mi?"  Bir  anne böyle bir seçim yapabilir mi?  Yapsa bile gelişim birbiri ile doğru orantılı olmaz mı? Herşey bu kadar siyah ve beyaz mı?  Yani o kızı hiç hareket ettirmediler de sabah akşam alfabeyi mi gösterdiler?  Hiç sanmıyorum. "İkisini de seçiyorum" diyorum. "İşin zor o zaman" diyor. Biliyorum...
(illustrasyon: ana juan)

27 Mayıs 2010 Perşembe

ilk gün

İlk gün, bebeğin bir problemi olduğunu öğrendiğim ilk an, bugüne dek yazamadığım, sonunda bir cesaretle işe koyulup bir avazda bitsin istediğim...
Doğuma 3 hafta kala, izne çıktığım gün, 200 kişilik ofisteki herkese mail atıp "ben anne olmaya gidiyorum, 4 ay sonra görüşürüz" dediğim, insanların beni kapılarda uğurladığı gün...13 Ağustos Cuma...13.cuma...
Eşim beni kapıdan alıyor, doktorumuza gidiyoruz güle oynaya. Ultrasona giriyorum, doktorumda bir sessizlik.. Soruyorum "ne oluyor?" "Bir dakika" diyor. Bakıyor, bakıyor o karıncalı görüntüye. "Bir problem var" diyor  sonunda "başı çok fazla büyümüş, bir şey var beyninde anlayamıyorum." "Nasıl " diyorum gülerek "şaka dimi, çok iyiydi ya herşey?"  "hemen hazırlan Mehmet'e git, ondaki makineler daha iyi, o daha net görür ve anlar"  diyor aceleyle.  Yolladığı kişi kardeşi, tanışıyoruz önceden.. Mehmet'de da bakıyor uzun uzun ekrana, hiç konuşmuyor, hiç susmaz oysa ki. 
Sessizlik uzadıkça elimi tutan eşimin yavaş yavaş aşağı doğru çömeldiğini hissediyorum, bacaklarında güç kalmıyor, belli.   Bense nasıl sinirliyim, nasıl kızgın, kime, neye belli değil.  Deli cesareti gelmiş "söyle" diyorum "nedir durum?" "beyinde bir kitle var" diyor." "Peki " diyorum "neye yol açar?", "bilmiyorum" , "ihtimalleri söyle" , "yaşamayabilir, engelli olabilir, bir operasyonla kurtulabilir, bilmiyorum", " peki" diyorum  "şimdi ne yapacağız?", " bilmiyorum." Delireceğim yok mu bir bilen?  Milyon soru var aklımda.
Eşim yerde oturmuş kafası kollarının arasında.  Hiç konuşmuyor.
"Hocama yollayacağım sizi " diyor Mehmet  "Muaynehanesi Nişantaşında" Kalkıyorum ayağa başım dik, kaşlarım çatılı "gidelim bakalım" diyorum "bir de o baksın". Arabada eşime dönüp "yanılıyorlar dimi?" diyorum. Nişantaşının her zamanki trafiği.  Hava güzel, insanlar sokaklarda. Nasıl şaşırıyorum insanlara, nasıl inanamıyorum hayatın hala devam ettiğine, nasıl da nefret ediyorum o an oradan, o insanlardan. Kimse niye ağlamıyor?
 Buluyoruz 3. doktoru, giriyoruz bekleme odasına.   Odada bekleyen hamile kadını görünce düşüyor ilk gözyaşım, devamında fırtınası ile beraber.  Susamıyorum. Koltuğa yığılıp ağlıyorum.  Doktor kolumdan tutup içeri alıyor, neşelendirmeye çalışarak.  Ekrana bakınca birden ifadesi değişiyor.  Bu ifadeyi daha sonra karşılaştığım tüm doktorların yüzünde görüyorum. "bu iş zor, çok zor"  ifadesi.  Ağlamayı kesiyorum, anlıyorum bir savaş olacak bundan sonra, güçlü olmam lazım.  Ertesi gün Cerrahpaşaya gelmem gerektiğini söylüyor, oradaki beyin cerrahı ile görüştürecek bizi.  "Ne yapılabilir" diye değilde "ne yapılamaz"ı konuşmaya...
 Eve dönüyoruz, ilk telefonumu açıyorum önce ablama, sonra eşimin kardeşine.  Gün boyu hep düşünüyorum annemin haberi olmasın diye.  Ablama da tembihliyorum söylememesini.  Fakat içimde dayanılmaz bir istek oluşuyor onu aramak için, direnmeye çalışıyorum.  Zaman geçmiyor bir türlü, içimde bir şey büyüyor, büyüyor ve sonunda annemi arıyorum. Sesini duymam lazım başka bir şey değil, sadece sesini duymak istiyorum "alo" diyor ve ben patlıyorum sadece "anne" diyebiliyorum hıçkırıklarımın arasından defalarca "anne... anne ........"

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Acı

Bana dediler ki " yeni doğan bölümünde bir bebek var,  bacağında tümörle doğdu, annesi perişan, sen de bu dönemden geçtin, bak çocuğun iyiye doğru gidiyor, git konuş onunla, moral ver, anlat geçeceği yolları."
Sandım ki yardımcı olabilirim, sandım ki beni dinler kadıncağız, sanki ben çok iyiymişim, benim konuşulmaya ihtiyacım yokmuş gibi.
"Yapabilirim" diye tekrar ede ede içimden yeni doğan bölümüne girdim.  Emzirme odasında buldum kadını. Yeni anne, bebek daha 1 haftalık, her bebek gibi çok güzel. Tek bacağı kocaman, dev bir tümör var.  Anne perişan sürekli ağlıyor, konuşuyorum ama ne konuştuğumu ben bile anlamıyorum. Sarılsam mı, elini mi tutsam?  Nasıl avutulur bu durumda bir insan? Beni nasıl avuttular? Hatırlamıyorum...

25 Mayıs 2010 Salı

albüm

Bana bugün anormal gelen şey başkasına normal gelebiliyor. Dün normal diye düşündüğüm şeyin bugün anormal gelmesi gibi. Herşey o an içinde ve bulunduğu koşullarla değerlendirilmeli, önyargısız...
 Şahit olduğum en anormal olay Marmara Ünv. yoğun bakımdaki kız kardeşlerin yaşadıklarıydı.
3 kız kardeş en küçükleri Merve, 12 yaşında, komada... 2 ablasını bırakmışlar başında, baksınlar ilgilensinler diye.  Biri olsun 16 diğeri taş çatlasın 18 yaşında. Yoğun bakım deyince öyle kapalı odalardan bahsetmiyorum. Aynı diğer odalar gibi refakatçi yanında sandalyede oturuyor, geceleri orada uyuyor.  Sadece daha fazla makine var, daha fazla ses, daha çok hemşire ve doktor girip çıkıyor içeri. Bir sürü hasta yanyana, hepsi çocuk, hepsi dertli.
Merve epilepsi hastası, şuuru yerinde değil, solunum cihazına bağlı yatıyor öylece.  Nöbet geçirdiğini ağzından çıkan köpüklerden anlıyoruz hemen koşuyor hemşireler.
Ben karşısındaki yataktayım oğlanla beraber. Bu 3. yatışım bu odada. Oğlan ameliyattan çıkmış, gözlem altında, yani kucağımda. Karşımızda komada Merve, yanımızda hiç büyümeyen kalp hastası parmak bebek Rabia. Kimseler düşmemeli bu yataklara, kimseler şahit olmamalı bu manzaralara. Yüreğim büzülmüş üzüntüden, ciğerler kocaman derin nefeslerden.
Mervenin ablaları çok uzun zamandır buradalar, anneleri nerede soramıyorum, çok sıkılıyor kızlar. Tek eğlenceleri fotograf çekmek odada. Gördüğüm en absürd albüme sahipler. Merve için bir albüm hazırlıyorlar. Onunla ilgilenen herkesi, her doktoru, her hemşireyi tek tek fotograflıyorlar kızın başucunda. Uyanınca gösterecekler...Herkes poz veriyor yüzlerinde garip bir gülümsemeyle. Merve hep aynı, gözler kapalı ağzında tüp takılı. Tüylerim diken diken bakıyorum fotograflara, gördüğüm en anormal şey bu. Ama onlar için bu hayata tutunma yolu, bu onların umudu. o yüzden normal, hem de çok.
Bir akşam vakti gidiveriyor Merve bir nöbet sırasında hiç uyanamıyor, hiç göremiyor albümünü.  Önce derin bir üzüntü kaplıyor içimi sonra "İyi ki o anda odada değildim" diye düşünüyorum. İşte bu asıl "anormal" insanın aklına kendisinin gelmesi, kendisini düşünmesi, utanıyorum...
(enstalasyon: sandra evertson)

24 Mayıs 2010 Pazartesi

taa aya kadar

"Seni ne kadar seviyorum biliyor musun?" dedi küçük tavşan annesine "buradan taaa aya kadar"
Annesi gülümsedi "bende" dedi "bende seni buradan taa aya kadar seviyorum, sonra da aydan taa buraya kadar"
Bu aralar en sevdiğimiz hikaye bu. Kollarımızı kocaman aça aça okuyoruz kitabı.
 Her çocuğun olduğu gibi oğlanında bir sürü kitabı var. Sevdikleri, sevmedikleri var. Kahkahalarla güldüğü, içlenip ağladığı şarkılar var. Oyunlar dağlar kadar, şımarıklık diz boyu. Yemek, uyumak istemediğinde ağlamaları,  gezmek istediğinde tutturmaları hep tanıdık bildik şeyler,  her çocukta olduğu gibi.
Tek fark vucuduna hükmedemiyor olması... belki de henüz...kimbilir...
Bu bir şanssızlık değil, ceza değil, bu yaptıklarımızın sonucu değil. O öteki değil, sadece bir varoluş biçimi, benim varoluş sebebim...

23 Mayıs 2010 Pazar

hippoterapi

Bugünleri de mi görecektim?
Bir baktım benim oğlan kapkara tombiş bir midillinin üzerinde. Her iki kolundan birer seyis tutmuş, kafasını gövdesini dimdik tutarak turluyor manejin içinde, keyif çığlıkları atarak, şarkılar söyleyerek. Öyle dikkatli ki tükürüklerini bile kontrol ediyor, akmasına izin vermeden dudaklarını kapatıveriyor.
 Beni almadılar yanlarına çitin arkasında duruyorum, önümden her geçişte "anneee" diye bağırıyor sevinçle. Hani "bak bana, bak ,bak !! dercesine. Baba üstüste fotograf çekiyor. Yanımızda sevdiklerimiz.  Hepimiz şaşkınız, hepimizin yüzünde gülümseme.  Oysa sanmıştım ki atın üzerine biner binmez ağlayacak, hiç olmadı donup kalacak, bizi yanında isteyecek, 5 dakikada bitecek maceramız.
 Meğer atın tedavi etkisi sadece psikolojik değilmiş, meğer omurgadaki çalışmayan kasları da çalıştırırmış, meğer atın arka ayaklarının hareketi üzerinde oturan yürüyemeyen engellilere kalçadan yaptığı uyarı ile yürüyormuş etkisi yaratırmış hem fiziken, hem ruhen.  Meğer at anlarmış dertten ona göre kendisi ayarlarmış yürüyüşünü, yavaş yavaş, sakin sakin...
Komşunun köpeğinden hallice bu midilli, alsak bahçede baksak olmaz mı?

22 Mayıs 2010 Cumartesi

nasıl oluyor da...?

Yeni nesil "modern" anneler dikkatimi çekiyor bu aralar. Hep mi vardılar yoksa ben mi yeni görüyorum bunları diye soruyorum eşime. Dikkat çekecek kadar, gerçek olamayacak kadar güzeller, düzgünler çünkü...
Tıpkı bir reklam filmini seyreder gibi seyrediyorum onları karşılaştığım zaman.
  Anneler çok ince sanki onlar doğurmamış bu çocukları, zayıftan da öte neredeyse manken gibiler. Spor yapmadan olmaz o kol kasları. Demek ki vakit var.  Mutlaka makyajlılar, saçları da mutlaka yapılı. Çocuk kucağa alındığında çekip yolmuyor demek ki o saçları, ayrıca benimki gibi boyunlarına sarılıp sulu sulu öpmüyor yanaklarından  ki  allıklar da bozulmuyor. Topuklu ayakkabı, dar kot pantalon ve ince bir
t-shirt var genelde üzerlerinde. Benim oğlan ağzını dayar mutlaka üstüme. Kolumu ısırır, üfler ses çıkartır, hiç olmadı yakamı tutar çekiştirir. O yüzden hep tükürük izlidir
t-shirtlerim, ayrıca yakaları da böyle jilet gibi durmaz.Topuklu ayakkabı ile çocuk peşinde nasıl koşulur görmek istiyorum ama çocuklarıda indirmiyorlar ki pusetten. Gözlerinin altında torba yok, belli uyku problemi de çekmiyorlar, bu çocuklar gece uyanmıyor mu acaba? 
Benim bilmediğim bir şey mi biliyor bu kadınlar? Annelik ne zaman bu hale geldi?  Günde 24 saat ayda 500$ a köle gibi çalıştırılan, türkçesi bile olmayan bakıcılar moda olduğundan beri mi? 
Peki hiç mi istemez insan çocuğu uyandığında uyansın, yıkasın, yemeğini yedirsin, doğumgününe götürdüğünde çocuğu o oynatsın, tatilde beraber kumdan kale yapsın?  Neden hayatının sadece bir kaç yılında yaşayabileceği bu zevki yabancı bir kadına bıraksın? Para veriyor diye mi?

21 Mayıs 2010 Cuma

karar ver ve uygula


Herkes gibi kararlar almak zorunda kaldım hayatımın belli dönemlerinde, bazısını korkararak, bazısını da doğru olduğunu derinden hissederek.
Bunlardan biri oğlanı kemoterapisinde  yalnız bırakmamak için verdiğim karardı. İlk 4 seansını yenidoğan bölümünde küvöz içinde yapılmasına karar vermişlerdi. Bölümün kapısında anakucağından çıkartıp doktorun kucağına verdiğimde daha 28 günlüktü. Önce serumlarla ve ilaçlarla dolu 3 koliyi teslim ettik sonra 3 kiloluk bebeği. "Günde 2 kere girebilirsin" dediler "onun iyiliği için..." Zaten şaşkınım zaten yeni anneyim kırkımız çıkmamış daha ikimizinde "ya sütüm?" diyorum ısrarla... Nereden duydumsa anne sütünün tüm yan etkilere iyi geldiğini? "2 saatte bir emzireceğim" diye önüme her çıkana söylüyorum "alın beni içeri"  "Burada sağabilirsin sütünü" diyorlar "sonra  şu buzdolabının içine bırak üzerine adını yazarak."  5 gün sürüyor ilk kür. O kadar az geliyor ki süt makine ile, o kadar canım yanıyor ki ayarı bozuk heyhula yüzünden. Anlıyorum böyle olmayacak.
Kararımı veriyorum; bundan sonraki diğer 12 kür için o meşhur odaya geçiyorum. Bekleme odasında türlü dudak uçuklatan efsanelerin anlatıldığı o korkunç odaya.  "Hata yapıyorsun" diyorlar "mikrop kapacak burada, üşütecek, hastayken daha da hasta olacak."  "Hayır" diyorum "benimle beraber olacak, anne sütü alacak, altını hemşire değil ben değiştireceğim, kucağımda uyuyacak."
 Çok korkuyorum bir yandan ama dönmüyorum da kararımdan.
Daha yeni anneyim  gaz nasıl çıkartılır bilmeden balıklama atlıyorum olayın içine. Ellerim titrerken, boğulurken üzüntüden ilk başlarda, zamanla öğreniyorum;  hem elinden hem ayağından serum takılıyken emzirebilmeyi, ne şart altında olursa olsun sadece istersen süt gelebileceğini, deri altından iğne yapabilmeyi, o ağlarken ağlamamayı, serum değiştirebilmeyi, tahlilleri okumayı, kirli bez tartmayı, gece yarıları laboratuara koşmayı, odadaki diğer çocukları sakinleştirebilmeyi, anne yatağına sığabilmeyi, saatlerce hareketsiz durabilmeyi, sakin olmayı, sabretmeyi, şükretmeyi, herşeyle dalga geçebilmeyi, hayatta kalabilmeyi.
18 ay sürüyor tedavi her günü diğerinden farklı. Asla pişman olmuyorum aldığım karardan, ailecek birarada almaktan kemoterapiyi...

20 Mayıs 2010 Perşembe

paylaşmak


Psikolojik destek almak için yıllar önce bir uzmana gitmiştim. Tam 45 dakika konuştuk. Özetle adam bana muhakeme yeteneğimin çok yüksek olduğunu, herşeyi kendi kendime çözdüğümü, her zaman yanımda olan bir eşim olduğunu başka bir seansa daha gelmemin gereksiz olduğunu söylemişti. Şaşırmıştım, ama aynı zamanda rahatlamıştımda. Ama verdiği bir tavsiye vardı ki asıl şaşırtan o olmuştu. Yaşadıklarımın "çok acı, üzücü şeyler" olduğunu şu an çevremde olan insanları yanımda tutmak istiyorsam bunları onlara anlatıp boğmamam gerektiğini, "İnsanlar daima üzücü şeylerden kaçarlar, bir müddet sonra bir bakarsın ki yapayalnız kalmışsın." diyerek uyarmıştı. Bu nasihatine şaşırdım ama dinledim de. Çok yakınlarım hariç yaşadığım sarsıcı olayların derinlerine girerek kimseye anlatmadım. Her zaman komik tarafından bakarak aktardım, olaylara güldürücü süsler koydum ve ancak  sorulursa anlattım.. Taa ki bu bloga kadar. Kendi kendime yazdığım yazıların okunup tanımadığım insanlar tarafından da hissedilerek takip edilmesi çok mutlu etti beni. Uzman belki de yanılmış hala tam olarak emin değilim.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

öyle veya böyle

Eski zamanlardan birinde yine, gecenin 3ü, hastanedeyiz. Yatışımızın 5.günü sanırım dayanamıyorum uykusuzluğa, oğlan başka servise alınmış uykusunda, gece gece... Eşimi çağırmışım yardıma gelsin monitöre baksın diye, izlenmesi gerek sabaha kadar... Eşim oturunca yatak başındaki sandalyeye bana yer kalmıyor üzerinde sızacak. Bir koltuk kenarı aramaya çıkıyorum  tek tek dolaşıyorum tüm katları. Hepsi dolu, hepsinde hasta yakınları yanyana, dip dibe uyuyakalmışlar. Sonunda bir hastabakıcı acıyor halime, kullanılmayan bir ameliyathaneyi açıyor bana. "burada uyuyabilirsin" diye ameliyat masasını gösteriyor. Çaresizlik içinde uzanıyorum soğuk metal yüzeye. Ne garip, uyumak içinde yatılabiliyormuş bu masaya. Gerçi burada yatan herkes bir şekilde uyumuyor mu, öyle veya böyle...

18 Mayıs 2010 Salı

rüya



Hamileliğimin başındaydım bu rüyayı gördüğümde. Çok rüya görürüm ben ama bu farklıydı diğerlerinden.  Karanlık bir odada bir yatağın başında duruyorduk eşimle. Yatakta bir kadın, belli ölmek üzere. Bize diyor ki "ben oğlunuzun enkarnesiyim." " Enkarne mi?" diyorum. Duymuşluğun var bu kelimeyi ama hiç bu dünyalarda olmadım daha doğrusu kafa yormadım.. Kadın açıklıyor. "ben ölünce aynı bu ruhla oğlunuz doğacak. "Ama" diyor "sakın merak etmeyin, sakın üzülmeyin o çok iyi olacak." "Sakın üzülmeyin" diye tekrar ediyor. Şaşırıyorum niye üzülelim ki,  Kısacık garip bir rüya  Ama şimdi anlıyorum bu uyarıyı niye aldığımı, niye herşeyin düzeleceğini umduğumu değil bildiğimi...

17 Mayıs 2010 Pazartesi

çanta



"Gelme" dedim o'na, "gelme etkilenirsin."   "Kolay değil burada bulunmak, sen de bir annesin aşağı çekilirsin..." " Yok" dedi  "illa geleceğim, illa sizi göreceğim.."
2 hasta bebeklik oda burası 2 çocuk 2 anne sığıyor ancak..Yıpranmış eski bir oda. Benimki ağır nöbet geçirmiş kendine gelmeye çalışıyor, diğer çocuk beyin ameliyatından çıkmış tam olarak kendinde değil, annesi duramıyor başında, daralıyor.
Geldi yine de elinde Prada çantası, iki dünya çatışması...Serum şişelerinin yanına koyduk çantayı, o kadar tezattı ki herşeyle, o kadar hiç uymuyordu ki...
Sessizce konuştuk oğlanın başucunda, yanaklarını ellerini okşadık.  Derken korktuğum oldu tıkandı diğer çocuk, anne yok başında çocuk boğulacak. Koridora fırladım hemşireyi bulmaya, arkadaşım çocukların başında.  Koştular hemen yetiştiler. Anne bulundu, yerine oturtuldu. Evine yolladım arkadaşımı teşekkürlerimle ama biliyordum ki o gece uyuyamayacak, içinde birşeyler yok olacak.

16 Mayıs 2010 Pazar

çocuk duası



Sabah marketteyiz ailece, ekmek gazete almak için. Kapıda balon dağıtıyorlar. İki minik kara böcek kız çocuğu dikkatimi çekiyor, ikizler, saçlarını tek tek örmüşler boncuklar takmışlar, bir örnek giydirmişler. 2 yaşıda ya varlar ya yoklar. Yanlarında benim oğlanla aynı yaşta bir çocuk, abileri...Balonlarla oynuyorlar, başlarında kocaman babaları, Amerikalı bir aile ...Yanımdan geçerlerken adam bana türkçe "merhaba" diyor. Bende gülümseyerek selamlıyorum. Sonra kızlarını çağırıyor "gelin gelin" diyor "bebeğe bakın"  Asıl kendileri bebek olan kızlar koşarak geliyorlar. "Haydi " diyor baba, "sevin onu, dokunun."  Kızlar ellerini tutuyorlar benimkinin okşuyorlar. Abileri de geliyor bu arada. Bana bakıp "Neden kafasını böyle yan tutuyor?" diye soruyor ingilizce. Aklıma ilk geleni  söylüyorum "bebekken çok hastalanmıştı, şimdi iyileşmeye çalışıyor..." Baba çocuğa " hadi " diyor "dokun ona."  Eliye alnını tutturuyor benim oğlanın "şimdi" diyor "dua et onun için". Çocuk gözlerini kapatıyor eli oğlanın alnında mırıl mırıl dua ediyor. Benim gözlerimden yaşlar süzülüyor. "Şimdi" diyor baba "annesine söylemelisin ne dua ettiğini " Çocuk  "Tanrıya dedimki;" diyor "o'nu iyileştir". "Adını öğren" diyor baba "ve her akşam dua ettiğinde onun adını da söyle bundan sonra." , " Tamam"  diyor çocuk büyük bir ciddiyetle.  Oğlanın adını tekrar ede ede yürümeye başlıyor, ezberlemek için.  Adama teşekkür ediyorum, çocuklara teşekkür ediyorum, marketten eve gelene kadar ağlıyorum...Çocuk duası kabul olur, biliyorum...

15 Mayıs 2010 Cumartesi

ayrı kimlikler

Anne olarak ayrı bir kimliğe, iş kadını olarak ayrı bir kimliğe, küçük kız kardeş olarak ayrı bir kimliğe bürünmek bir kadın için mümkün. Bende bir kimlik daha var. Buna "hastane" kimliği diyorum.  Bu kimlikte benim adım yok.  Herkes bana "annesi" diye hitap ediyor. Yaşım yok, mesleğimin , eğitimimin, tecrübemin hiç bir önemi yok. Sadece hasta çocuğa sahip bir kadınım.  Hastanede 18 ay boyunca bu kimlikle yaşadım.  Halen de kontrole gittiğimizde, ara ara geçirdiği hastalıklarla koridorlarda beklediğimizde yine bu kimliğe bürünüyorum. Sırtım dikleşiyor, kalbim normalden daha hızlı çarpıyor, tek kaşım mutlaka kalkmış oluyor, herşeye herkese  şüphe ile bakıyorum.  Hataya yer yok bu kimlikte, hep tetikteyim. 
Bazen,  çok nadiren bu kimliklerden bir kaç tanesinin çakıştığı zamanlar oluyor. İki dünya çarpışıyor o zaman neredeyse şimşekleri görebiliyorum.  İş nedeniyle bulunduğum bir alışveriş merkezinde, iş arkadaşlarımla beraberken  doktorlarımızdan biriyle karşılaşırsam iki dünyanın çakışması gerçekleşiyor.  Karşımdaki insanın kim olduğunu anlayamıyorum önce, uzun uzun yüzüne bakıyorum.  Sonra bir titreme geliyor ve ne konuşacağımı şaşırıyorum. "Nasılsınız? Evet oğlan iyi teşekkür ederim..." cümlesi o kadar zor çıkıyor ki ağzımdan.  Asla bir araya gelemeyen ve uyum içerisinde yaşayamayan kimlikler bunlar, en iyisi birbirlerinden olabildiğince uzak tutmak...
(illustrasyon: Audrey Kawasaki)

14 Mayıs 2010 Cuma

sıra sıra dizilmek

Rutin muayene olacağımız günlerden biri.  Hemotoloji odasının kapısının önündeki sandalyelerde oturmuş sıranın bize gelmesini bekliyoruz. Oğlan kucağımda uyuyor. Dilediği kadar uyuyabilir çünkü adımızın okunmasına daha çok var.
Öyle kolay değil o kapıdan içeri girmek, sabahın yedisinden beri oradayız, öğlen yemeğinden önce sıra gelirse ne ala... Sabah erken gidip numara almak gerek. İstanbul dışından gelenler var bir gece önceden. Biz de hastanede yatan tanıdığımız babalardan rica ediyoruz adımızı bir listeye ekliyorlar. O listenin olduğu kağıt o kadar değerli ki!
  Pediatri servisinde adettir anneler çocuklarının yanında kalır. Aynı odada 5 çocuk, 5 anne. Babalar Mc Donald evi denen yerde sabahlarlar koltuk tepelerinde. İşte o babaların görevidir ertesi gün muayeneye gelecek çocukların isimlerini listeye yazmak. Bir telefon yeter listeye girmeye. Sonra sabah 7de açılan "numara alma bankosu" nun önünde yeni gelen babalar listedeki sıralamaya göre dizilirler, anneler hemotoloji odasının önünde yerlerini almışlardır bile. Herkese bir sandalye düşer allahtan, yanyana dizilir anneler kucaklarında saçsız, kaşsız çocuklar...
Bende o sandalyelerde otururken o gün yanımdaki kadın o cevaplamaktan bıktığım soruyu soruyor "nesi var çocuğun?"   "Kanser" diyorum.  Kadın irkiliyor "ya öyle söylemeyin lütfen" diyor. "biz kullanmıyoruz o kelimeyi!" "Ne diyorsunuz peki?" diyorum "Uf oldu mu?"  sessizlik... sonra ikimiz birden başlıyoruz gülmeye... Yapacak daha iyi bir şey, söyleyecek daha başka şey yok çünkü...

hasret sendromu

Ben anladım o annesini özlemiş. Annesinin seyahatten döndüğü gün hasta etmiş kendini, çünkü onun burnu akarsa, ateşi çıkarsa, boğazı acırsa  biliyor ki annesi işe gitmeyecek, sabaha kadar onu kucağında uyutacak, en sevdiği yemekleri yedirecek, kulağına şarkılar fısıldayacak, rahatlasın diye masajlar yapacak, hiç ama hiç yanlız bırakmayacak. Tam 24 saat süren bu hastalığın tıpta yeri var mı bilmiyorum ama ben bir ad buldum; hasret sendromu...

13 Mayıs 2010 Perşembe

oyun

Fizik tedavi seanslarında topun üzerinde çalıştırılırken ilk zamanlar çok ağlardı.  Haftada 3 kere giderdik yaşadığımız yere çok uzak hastaneye. Denge kurmayı öğrensin diye arkaya eğdikleri zaman kendini dik tutamadığı için düşerdi. Uzman bağırarak komut verir, benimki daha da çok ağlardı. Yer hareketlerinde dönmeyi reddeder, bacaklarının esnetilmesinden nefret ederdi. Ben bir köşede dizlerimin üzerinde oturur hiç sesimi çıkartmazdım. Çünkü bilirdim ki o an yapılması gereken bu.  Yavaş yavaş alıştı hareketlere, komutlara uymayı öğrendi.
O hastaneye gitmiyoruz çok uzun zamandır, şimdi aynı hareketleri ben evde uyguluyorum ama tamamen kendi yöntemlerimle. Top yerine koltuk kenarı kullanıyorum. Emekleme için de salona kurduğum hamağı.
 İşe yaradığı şüpheli, çünkü her seferinde ciddiyetle başladığımız tüm hareketler bir müddet sonra amacından sapıyor. Koltuk kenarında dengede kalma kaydırmacaya, emekleme  annenin karnında hoplamaya dönüşüyor. İkimizde tez canlıyız çabuk sıkılıyoruz. 3 kez hareket yapıyorsak 5 kez azıyoruz. Hamak hemen salıncağa dönüşüyor, hızla sallanıp yastıklara tekme atılıyor. Gözümüzden yaşlar gelene kadar gülüyoruz.
İyi ki fizik tedavi var hayatımızda, başka türlü nasıl oyun başlatılır hiç bir fikrimiz yok.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

çıtayı yüksekte tutmak

ilk defa  randevu aldığımız bir fizyoterapiste, çocuk gelişim uzmanına, veya yeni bir pediatriste giderken yanımızda çektirdiğimiz ilk ve son MR'ı da alıyoruz.
Görüşmenin bir yerinde çıkartıp gösteriyoruz, yeri olsa da olmasa da. Elimizde değil herkes görsün istiyoruz. "Ben anlamam" diyene dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışıyoruz. 5 senede sayısını unuttuğumuz kadar MR çektirdik, okuyabildiğimizi sanıyoruz filmleri artık.
 "Bakın" diyoruz "problem tam şu bölgedeydi, buradan ameliyat oldu, görüyor musunuz  sol lop ne kadar küçük kalmış? Ama bakın sağ lop ne kadar çok büyümüş, bütün boşluğu kaplamış. Orta çizgi artık ortada değil, muhteşem değil mi?"
İnsan böylebir şeyle gurur duyar mı? Biz duyuyoruz.  İstisnasız herkes şaşırıyor, görünmüş bir şey değil çünkü.
"işte bu yüzden diyoruz çocuğa bakarken gözünüzün önüne bu MR'ı da getirin, bir çıta koyacaksınız çünkü geleceği ile ilgili, ama bu öngörü beyin yapısı bizlerden tamamen farklı biri için olacak. O yüzden  çıtanızı yükseklerde tutun, bizimki orada çünkü..."

11 Mayıs 2010 Salı

kaçış


Yıllar öncesinden tanışıyoruz. Eşimle beraber yazlık evlerine gidip kalmışlığımız var. Sevmiştik de birbirimizi, eğlenmiştik beraber. Sonra koptuk hiç görüşmedik, hiç rastlaşmadık bir daha.
Taa ki bir sene önce, yaşadığımız sitenin bahçesinde karşılaşıncaya dek.  Bir komşumuza gelmişler eşi ve oğluyla beraber.  Oğlu benimki ile aynı yaşta.  Sevindik karşılaştığımıza, hep görüşürüz artık diye ayrıldık, samimi arkadaşlarıymış çünkü bu komşular.
İkinci karşılaşmamızda kucağımda benim oğlan vardı, başını her zamanki gibi omzuma yaslamış.  " Bak bu benim oğlum" dedim. "uyuyor mu? " diye sordu. "Yok" dedim "başını tam olarak tutamıyor daha" sonra özetledim kısaca.
O günden beri  hava güzelse eğer, neredeyse her haftasonu karşılaşıyoruz bahçede. Mümkünse yolunu değiştiriyor, değilse hafif bir baş hareketiyle selam veriyor. Yüzümüze bakmıyor, konuşmuyor.

Biliyorum aslında niye böyle yaptığını. Hiç başıma gelmez böyle şeyler diye düşünen insanlardan o.  Korkuyor, o kadar çok korkuyor ki ne konuşacağını  bile bilemiyor. Yokmuş gibi davranıyor, hiç olmamış gibi...
Yazık, çok şey kaçırıyor...

10 Mayıs 2010 Pazartesi

sıra bekleyen kadın


Rontgen için sıra bekliyoruz.  Oğlan enerjik, durmuyor yürümek istiyor. Kollarının altından tutuyorum,  turluyoruz bekleme odasında. Gülüyor bizimki o güldükçe biz gülüyoruz. Aslında hiç de gülünecek bir durum yok ortada; şimdi mi kalça ameliyatı olacak, yoksa 6 ay sonra mı sorusunun cevabını verecek rontgen. Ama umurumuzda değil, neşeliyiz ya sorun yok demek ki!
Odada bekleyen bir kadınla gözgeze geliyorum. Gülümseyerek bizi seyrediyor, ben de gülümsüyorum. Sıra bize gelip oğlan babayla içeri girdiğinde kadın yanıma geliyor. "Umut'un durumu doğuştan mı" diyor, "omurgasında mı problem?"  Önce adını bilmesine şaşırıyorum oğlanın, sonra anlıyorum ki bizi hem izlemiş hem dinlemiş.  Sakince özetliyorum hikayeyi. "Geçmiş olsun" diyor oturuyor yerine. Bir müddet sonra  sesler duyuyorum hafif hafif, kadına bakıyorum, ağlıyor, başını öne  eğmiş.  Şaşırıyorum " Ağlanacak halde miyiz ki? Ben mi farkında değilim acınacak durumda olduğumuzun?"
Oğlan kucakta gülerek içeri giriyor. Kadın bizimkini görünce bu sefer hıçkırarak ağlamaya başlıyor. Kadının yanına gidip "biz iyiyiz, mutluyuz, bak gülüyoruz" demek istiyorum ama yapmıyorum. Ceketimizi, çantamızı alıp koşar adımlarla çıkıyoruz ordan. Tanımadığım birini avutmak isteyeceğimizi hiç düşünmezdim... Belki de birini hatırlattık...
Ameliyat mı? 6 ay sonrasına kaldı...

(İllustrasyon: Audrey Kawasaki)

babalardan baba beğen


Bir şifacı baba methettiler; başka türlü bir enerjiymiş, tamamen doğalmış, kliniği insanlarla dolup taşıyormuş, gidelim bir bakalımmış, ne kaybederizmiş?

Kaybedecek şey çok aslında; sabır, akıl, onur, inanç say say bitmez. Bu baba bana deseki haftada 4 kez geleceksin, şu merhemi süreceksin, şu kadar para ödeyeceksin, düzelecek,  kafam karışmaz mı? Gitsem ayrı, gitmesem ayrı kabuslar görmez miyim?

Allahtan bizim baba insaflı çıkıyor. Yarım türkçesiyle oğlanla oynuyor, balım diye seviyor. Sonra bana dönüp "elimden bir şey gelmez, keşke yardım edebilsem ama sorunu beyinde, ben bir şey yapamam" diyor.  Çok garip ama seviniyorum. Adama sarılmak geliyor içimden. Bir düzenbaz değil de gerçek şifacı olduğunu anlıyorum. En azından kabul ettiklerine gerçekten yardımı dokunduğunu düşünüyorum. Varsın benimkine yardımcı olamasın, onun şifası kendinde zaten.

Çıkışa yürürken bir sürü küçük odanın önünden geçiyorum, sıra sıra yataklar, sıra sıra hastalar tütsüler, yakılar, cam fanuslar. Herkes göle maya çalıyor, ya tutarsa?

9 Mayıs 2010 Pazar

Anneler Günü



Kutlandığım beşinci anneler günü bu...
Oğlan'ın yanında değilim. içim huzursuzlukla, öfkeyle, pişmanlıkla dolu Shanghai havalimanı otel odasında oturmuş vaktin geçmesini bekliyorum. planlanan bu sabah orada olmamdı... planlanan o uyurken eve girmemdi... planlanan onu uyandırmadan sıcacık bedenini yatağıma taşıyıp, nefesini yüzümde hissederek, elleri ellerimde uykuya dalmaktı... uçak rötar yaptı... 5saat bekletti beni... 2 saat havalarda dolaştırdı... sonra da bambaşka bir yere indi... beni eve götürecek uçak ise bensiz gitti... dilini bilmediğim, huyunu sevmediğim dev ülke beni bırakmadı...
Ben, şu anda, burada, Çin'in Tanrıları'nın ve çekik gözlü insanlarının, muson yağmurlarının ve yüce dağların huzurunda söz veriyorum ki, bir daha bu kadar uzun süre bebeğimden ayrı kalmayacağım.

sol ayağım

Bu filmi seyrettiğimde çok gençtim, ne oğlan vardı ortada ne evlilik planları...
Yine de çok etkilendiğimi kafamın içinde bir yerlere kaydettiğimi hatırlıyorum. Bana oğlanın girdiği engel grubunun ana adını, Cerebral Plasy'i söylediklerinde bu film geldi aklıma. Detaylarını unutmuştum ama gerçek bir yaşam öyküsü olduğunu ve kahramanın başardıklarını hatırlıyordum.

Aradan seneler geçti filmi tekrar izleyecek cesareti bulabildim. İzlediğimde içim sevinçle ve umutla doldu. 11 kardeş arasında büyüyen, annenin muhteşem desteği ile hayat bulan, bütün aileyi çekip çeviren , aşık olup evlenen, kimsenin ona bakmak zorunda kalmadığı hatta onun kardeşlerine baktığı, ağır engelli olarak nitelenen CPli kahraman muhteşemdi.

Arılar bizim bildiğimiz tüm fizik kurallarının dışında yapıları oldukları halde uçarlar diye okumuştum. Kocaman gövdelerine, küçücük kanatlarına rağmen uçarlar. Uçmalarının tek sebebi de bizim fizik kurallarımızdan haberleri olmamasıdır.

Engelliler de tüm fizik kurallarımıza rağmen yaşarlar, hem de çoğu normal insanı utandıracak kadar başarılı olarak.



7 Mayıs 2010 Cuma

ahmet ve havuçlar



Arkadaşım Ahmet, Berrin'in bize armağanı, oğlanla aynı kan grubundan. Eskiden, tedavi sırasında trombositler düşüşe geçti mi Ahmet aranıyor, onun vazifesi bu, kan dayısı olmak. Birileri havuçtan bahsetmiş trombositleri yükseltir diye.

Umut'ta değerler düşünce Berrin Ahmet'e havuç yüklemeye başlıyor. Vereceği kan iyi olsun diye, bir kerede işi halletsin diye. Ahmet neredeyse turuncu artık ama ısrarcı sadece o vermek istiyor kanı. Gerçekten de işe yarıyor havuçlar. Her trombosit alışta tavan yapıyor oğlanın değerleri. O kadar çok tekrarlanıyor ki bu transfer ve havuçlar, Ahmet'te damar kalmıyor artık, patlıyor. Ahmet somurtuyor ama neredeyse son küre kadar dayandı, aynı kandanlar artık, akrabalar...

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Ceylan...

Hong Kong'dayim... otelin yemek salonunda kahvaltı yapıyorum. Tam karşı masamda yirmili yaşlarında CP'li bir kız var.

tek başına... gazetesini okuyor kahvaltısını yapıyor. yürüyüşü oldukça dengesiz olmasına rağmen, tabaklarını ve çayını hiç dökmeden taşıyabiliyor. ara ara kasılıyor, başı çok gerilere gidiyor olsa da bu salonda kahvaltı yapanlardan pek farkı yok...

çok daha cesur, çok daha insan, çok çok daha güzel...


İz


Ameliyat izi hilal şeklinde, sol şakağından başlayıp sol kulak arkasinda son buluyor.
Sargıları açıldığında gözlerime inanamamıştım. Dikiş yerine tel zımbalar... Zamanla iz kalın beyaz bir yol olarak sabitlendi, hafifçe içeri oyuk... Oğlanın gücünün simgesi, ömürboyu taşıyacağı karizmatik bir imza gibi. Sonra saçlar fışkırdı, o kadar gür o kadar çok , iz neredeyse kayboldu aralarında.
Şimdi, zaman zaman, parmaklarımla yoklayarak buluyorum ve öpüyorum izi, mühürlemek için...

1 Mayıs 2010 Cumartesi

aynı sorular, aynı kaygılar




eski evimin üst katına 30 yaşında otistik oğlu olan çok tatlı bir kadın taşınmıştı. Oğlan çok güzel eğitim almış, hayata adapte olmuş, kardeşinin mimarlık ofisinde ofisboyluk yapıyor ve tüm yaz boyunca evde tek başına da kalabiliyordu. Bütün bunları nasıl becerebildiğini sorduğumda kadın "sabırla" demişti, "ince ince dantel gibi işleyerek". Eşiyle beraber okul yolunda kaybolmasın diye nasıl gizlice peşinden yürüdüklerini, önce öğretmenlerini eğittiklerini, bindiği minübüsü arkasından taksi ile takip ettiklerini, kardeşinin desteğini, hastanelerde yaşadıkları günleri anlatmıştı.

Ve bana dedi ki: "Geçtiğin evreleri o kadar iyi biliyorum ki tek tek sayabilirim. Önce neden ben diye sordun kendine, şu anda kızgınsın herkese ve herşeye, sonra kabul edeceksin ve beraber yaşamanın keyfine varacaksın, sonra endişeler başlayacak ben öldükten sonra ne olacak diye, en son evre de boşvereceksin ne yapalım bunu veren Allah benden sonrasını da planlamıştır herhalde diye".

İlk aşamaları aynen söylediği gibi yaşadım, şu anda kabul etme ve beraber yaşama evresindeyim. Sonrasını düşünmüyorum zaten, bakalım zaman ne gösterecek...

yeni bacaklar





Geçmiş zamanlarda yine, ameliyat olmak için yatırıldığımız hastanede çok genç bir anne ile aynı odada kalmıştım. Odaya yerleştiğimde gece olmuştu. Oğlanların ikisi de uyurken bana hikayesini anlattı. 7 yaşındaki oğlu 1 gün önce ameliyat olmuştu. "yeni bacaklara kavuştu çocuğum" demişti. "kaskatıydı, düzleştiremiyorduk, kasılıyordu bak şimdi pamuk gibi yumuşacık"



O kadar mutluydu ki, mutluluğu bana da bulaştı. Ertesi gün gerçekleşecek olan ameliyatın stresini üzerimden aldı. Çocuğun hiçbir zaman yürüyemeyeceğini düşünüyordu ama umrunda da değildi. Yaşıyordu ya, kafası çalışıyordu ya, konuşuyordu ya annesiyle, daha ne olacak? O kadar farklı bakıyordu ki hayata. Sabaha kadar sohbet ettik, pijama partisi veren liseli kızlar gibi kıkırdadık. O tek gecelik arkadaşlık bana çok şey kazandırdı. Adını sormadım, oda benimkini sormadı. Ama oğlanın adını hatırlıyorum; Mert

yoğun bakım



Yoğun bakıma anneleri almıyorlar, "sadece 5 dakika görebilirsiniz" diyorlar. "Her yatağın başında bir hemşire var merak etmeyin. Tam 24 saat kalacak gözlem altında, durumu çok ciddi değil, sadece gözümüzün önünde olsun istiyoruz" diyorlar. "Siz eve gidin dinlenin."


Nasıl yani? mümkün mü bu? Bu çocuk baygın değil ki, tanımadığı bir ortamda tanımadığı çocuklarla yanyana yatakta yatacak. Öncelikle korkar o, annesini ister. Başka bir çocuk ağlasa panikten ağlamaya başlar. Kim avutacak onu orada? Tamam 5 yaşında ama konuşamıyor ki henüz, nasıl anlayacaksınız susadığını? Biberonla içebiliyor sadece ama ağzına damlatmanız lazım. Yemek yediremez ki hemşireler daha kafasını tam tutamıyor. Henüz çiğneyemiyor zaten." "Hayır" diyorlar "giremezsiniz biz hallederiz. Yemek yemese de olur 1 gün boyunca."


İyice kötü oluyorum "tamam" diyorum yatağının başında duran hemşire ile görüşeceğim. Kızı karşıma alıyorum ve motor takılmış gibi anlatıyorum. "Yanında durmanız gerek, gözünüzün içine bakmaz ama bilir orada olduğunuzu, kafasını sağa doğru iyice çevirirse hayır demek, istemiyor zorlamayın. Ani seslerden ürker ve sıçrar , o zaman elini tutmanız gerek. Sakinleşene kadar kulağına fısıldayın yoksa ağlamaya başlar. Yatakta dönemez ara ara sizin çevirmeniz lazım yoksa uyuyamaz. Kız beni dinliyor dinliyor , dinliyor ardından "1 saat sonra nöbet değişimi olacak, gece başında ben olmayacağım, gelecek olan hemşireye de anlatmanız gerek" tamam diyorum anlatırım, herkese anlatırım yeterki anlamaya çalışın...