31 Temmuz 2011 Pazar

sünnet düğünü

pazar sabahı, saat 10:30. Umut daha uyanmadı, tahminimce 12'ye kadar uyuyacak. Yattığı saatte kalkmayı yani tam 12 saat uyumayı alışkanlık edindi çünkü, nasıl hesaplayabiliyorsa vucudu, 12 saati şaşmıyor hiç.
akşam bir sünnet düğününe götürdük oğlanı. Öğretmeni her seferinde "kalabalıklara karıştırın çok streril büyütüyorsunuz, gürültü arasına sokun, bir çok uyaranı bir anda almaya alışsın"  demesine rağmen ısrarla ne bir alışveriş merkezine ne de çarşıya pazara götürdüm oğlanı.
Çok yakın komşumuzun torununun sünnetine çağrılınca" tamam" dedim," fırsat bu fırsattır gidelim." Havuzbaşında yemekli bir davet, şık davetliler ortalıkta koşturan çocuklar bizimkini heyecanlandırdı. Kollarından tutup masaların arasında yürüttüm, eğilip onu seven herkese öpücükler yolladı, keyfi oldukça yerindeydi taa ki şarkıcı bir ablamız eline mikrofonu alıp şakımaya başlayıncaya kadar. Davetliler coştu, herkes kalkıp dansetmeye, el çırpmaya başladı. İşte o zaman bizimki ilk düğün şokunu yaşadı. Önce elleri kasıldı, gözleri faltaşı gibi açıldı, sonra dudağını büktü ağlama pozisyonuna geçti fakat tam da karar veremedi, o surat ifadesiyle 10 dakika kucağımda oturdu.
Sonra baktı ki bu iş bitmiyor  kucağımdan kendini resmen yere attı.  Önce yürümek istiyor sandım omuzlarından tuttum ama durum öyle değilmiş, oğlan dans edip ortama uyum sağlamak istermiş Başını sağa sola sallayıp kollarını aşağı yukarı oynatarak dans etmeye başladı bizimki. Tüm komşular tempo tutup Umut'u gaza getirdikçe daha hızlı dansetmeye değişik figürler sergilemeye başladı, ben ağzım açık seyrederken, babası bunca yıldır dinlettiği rock ve cazz parçalarına değil de Serdar Ortaç şarkısına coşan oğlunu dudağını bükerek seyretti.
Çok eğlendi , çok yoruldu ama saat 12'de eve girdiğimizde bile "top" oynamak istiyordu.
İlk düğün maceramız başarıyla sonuçlandı.
Darısı diğer sosyal ortamların başına.

29 Temmuz 2011 Cuma

minik arkadaşlar

Çocukların anlayabileceği şekilde konuşmuyor, onlarla koşmuyor, oyun oynamıyor, gözlerinin içine bakmıyor, ona uzattıkları oyuncakları almıyor, sadece dinliyor, yanlarında oturuyor ve bundan çok mutlu olduğunu onlara hissettiriyor. Yanından ayrılırlarsa “geell” diye arkalarından sesleniyor, o kadar. Tüm bu azıcık paylaşıma rağmen çocuklar onu seviyorlar, sabırla yanında oturuyorlar, oyuncaklarını önüne diziyorlar, kelime öğretmeye çalışıyorlar, kız çocukları su içirmek, saçlarını taramak, oğlan çocukları toplarını, arabalarını paylaşmak istiyorlar. Çocuklar Umut’u seviyorlar, o da onları… Umarım bu hep böyle devam eder.


Resimde Umuttan 3 yaş küçük Sarp i-pad’ini gösteriyor.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

insanlar farklı farklı

İnsanların bana ve Umut'a karşı tepkileri o kadar farklı oluyor ki artık söze başlamadan, ifadelerinden anlıyorum başıma gelecekleri. Bir kaç örnekte çok rahat toparlanayabilirim aslında genel görüntüyü
Mesela;
 İş yerimden biri,  bir gün yanıma gelip, "nasılsınız? "dedi durup dururken, halbuki sabah karşılaşıp konuşmuştuk bir iki cümle.
 "iyi" dedim, "sağolun", sonra kafasını yana eğip "çocuk nasıl?" diye sordu acıklı bir yüz ifadesiyle. Öğrenmiş Umut'un durumunu belli, o ifadedir bunun sebebi.  "iyidir" dedim. şen şakrak bir sesle, "keyfi yerinde çok şükür."  Şaşırdı, görmeyi beklediği ifade, duymayı beklediği sözler bunlar değil  "nasıl olsun, uğraşıp duruyoruz işte, hayat böyle ne yaparsın" gibi şeyler duymayı bekliyordu aslında. Karşılıklı dertleşelim, mümkünse bir iki damla yaş dökelim istiyordu anladım.  Karşılık vermedim, dönüp masasına gitti. Bu benim için çok üzülen, acımı benimle paylaşmak isteyen tip.  Sadece bana değil, hayata bakışı da bu, kaderci, arabesk. Kendince iyi insan, bence eksik insan...
Başka bir örnek;
Komşularımdan biri geçenlerde yanıma geldi, oğlan yürüteçte tüm gücünü kullanıp oradan oraya gitmeye uğraşıyor. Arkasından bakıp "canım yaaa" dedi. O ses tonunu biliyorum ben. "Canım yaaa = yazık ya" Halbuki o acıdığı çocuk inanılmaz bir gayret sergiliyor o anda. O'nu görmedi. Baktığı şey yürüyemeyen sakat bir çocuk. Halbuki benim için ha yürüteçte yürümüş, ha atom fiziğini keşfetmiş, o kadar mucizevi bir sahne gerçekleşiyordu.  Bu da acıyan tip, kendisi başına gelmediği için şükrediyor. Kendince iyi insan, bence eksik insan...
En son örnek;
İki gün önce yine kollarından tutmuş havuza sokup çıkartırken oğlanı, bizi uzaktan ilgiyle izleyen bir amca gördüm, daha önce hiç sitede rastlamadığım.  Bir müddet sonra yanıma geldi ve "siz ileride melek olacaksınız!" deyip gitti. Teşekkür ettim arkasından, duymadı...Güzel bir şey söyledi aslında ama aklıma hemen "senin annen bir melekti yavrum" repliğini getirdi. Yani amca bana diyor ki "bu dünyada çok çile çektim, mahvoldun, kahroldun, öbür dünyada ödüllendirileceksin". Tamam, inşallah zaten de, bütün anneler için geçerli değil mi bu ?  Kendince iyi insan, bence eksik insan...
Şimdi bir de benim açımdan bakın; Ben de herkes kadar yoruluyorum, her anne kadar acı çekip,suçluluk ve endişe duyuyorum, kimsenin çocuğunu, kimsenin anneliğini kendiminkiyle karşılaştırmıyorum. Ben de çocuğumu mutlu etmeye çalışıyorum, ileride ne olacağını ben de tıpkı kimsenin bilmediği gibi bilmiyorum. Ben oturup ağlamıyorum, dertlenmiyorum, aynı durumdaki annelerin yanına gidip ah vah çekmiyorum. aksine çocuğumla gurur duyuyorum, onu saklamaktansa herkes görsün istiyorum, Göğsümü gere gere "benim çocuğum engelli" diyorum. Kendime ve O'na hiç acımıyorum aksine bunun bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum.
O yüzden benimle ağlamaklı yüzlerle, iç çekerek, ölümden, hastalıklardan, tanıdıklarınızın Umut gibi çocuklarından, karanlık gelecekten bahsederek konuşmayın olur mu? Yapamadıklarımıza, sahip olamadıklarımıza değil, elimizdekilere sevinerek konuşalım, şimdiyi yaşayalım.
Bir arkadaşım "senin hayatın ne kadar renkli " demişti, aldığım en güzel iltifatlardan biriydi, başka bir arkadaşım  "hayatında elle tutulacak hiç bir şey yok, nasıl dayanıyorsun? "demişti ki aldığım en büyük hakaretti.
Kimi görebiliyor, kimi göremiyor, kimseyi suçlamıyorum, kızmıyorum, sadece eksik yanları olduklarını ve bir gün tamamlanacaklarını umuyorum.

26 Temmuz 2011 Salı

gaak

Bahçede yemeğimizi yedik. Umut yanımda mama sandalyesinde oturuyor, bir eliyle saçlarımı tutmuş, çekiştiriyor, en sevdiği oyun...
yeni gözdemiz olan şarkımızı söylüyorum, ara ara bana eşlik etmeye çalışıyor "karga karga gak dedi.."
tam o sırada önümüzden komşumuzun oğlu Küçük Sarp geçiyor koşarak, daha 2 yaşında bile değil, arkasından da annesi.. Seviyorum bu kadını "gelsene" diyorum, "kahve içelim..." Arkasını dönüp sesleniyor
"ah bir oturabilsem!!!" Gülümseyerek kendi kendime fısıldıyorum "ah ben de bir koşabilsem!"
Eşim söylediğimi duyuyor ve Umut'a bakıp omuzlarını silkerek "valla ben memnunum hayatımdan" diyor. Seviniyorum... Böyle düşündüğünü tahmin etmiyordum hiç. Elbette daha iyisini  istediğini biliyorum ama olmazsa da hayatı kendine dar etmeyeceğini o an anlıyorum
Şarkımıza geri dönüyoruz ve kocaman bir "gaak" sesiyle bitiriyoruz.

24 Temmuz 2011 Pazar

annem annem

"uyuyamıyorum ki" demeye taa o zamanlarda başlamıştı. "Bu kadar erken gelme, uyu dinlen biraz" dediğimde her seferinde aynı cevabı verirdi. Aradan 7 sene geçti, hala uyuyamıyor... Annem...
Her zaman  yanımda olan, beklediğim veya beklemediğim anlarda hazır ve nazır olan.. Annem..
"insan en çok en sevdiklerini incitirmiş"diye başlıyor günümüzün popüler romanlarından biri. Doğru, aynı benim en çok annemi incittiğim gibi. En çok sevdiğimden mi yoksa en çok annemin kendi kendini incitme becerisine kızdığımdan mı bilmiyorum.
Hastane günlerimizde hep yanımda oldu annem. Hayatının düzenini bana, torununa göre değiştirdi. Hastaneye çok yakın oturan amcamların evine taşındı iki küçük valizle. Biz Umut'la o daracık yataklarda yattığımızda o da kuzenimin odasındaki kalp yastıklı kırmızı çek-yatında sabahladı.
Her sabah ev halkı uyanmadan erkenden kalktı, elinde bana aldığı karton bardakta çay ve kaşarlı poğaça ile servisin kapısında beliriverdi. Kimsecikler kalkmamış olurdu o geldiğinde, benden başka.  Ben de uyuyamazdım tıpkı onun gibi. "kantine git" derdim "daha doktorlar vizite gelmedi" "tamam "derdi kaybolurdu görüş alanımdan ama bilirdim gitmediğini, bir seslenmem kadar yakınlarda durduğunu.
"iki kat üzülüyorum ben" derdi " hem kızım için, hem torunum için"
Biraz nefes alayım, dinleneyim diye oğlanın yanında durup tembihlediklerimi harfi harfine uygulardı. Bense kantinde biraz oturur, gider amcamlarda bir duş alır veya onun yattığı çekyatta biraz uyumaya çalışırdım.
Bana da, oğluma da çok iyi baktı, ama kendine hayrı dokunmadı.
Hastane günlerimiz bitip eve döndüğümüz, çalışmaya başladığım günlerden birinde teyzem arayıp " annen göğüs kanser olmuş" dediklerinde, neye uğradığımı şaşırmıştım. "yukarda biri benimle dalga geçiyor olmalı" dediğimi hatırlıyorum.
Ameliyata girerken eğilip," daha yapacak çok işimiz var, Umut'u büyüteceğiz beraber" dedim.
İyi bir doktor, iyi bir ameliyat ve tedavi ile hastalığı kısa sürede, "ben zaten hastayım ki" psikolojisini normal denebilecek bir sürede atlattı ama kendine bakamama hastalığını  atlatamadı.
Şimdi hasta olan anneannemin bakımını üstlendi.  Kendini paralayarak.
Yaklaşık her haftasonu torununu görmeye geliyor. O zamanlardan bu zamana nasıl yol katettiğimizi,  geldiğimiz aşamayı keyifle seyrediyoruz karşılıklı...
Annem... İçimdeki yaşama sevgisini, tutkusunu, çalışma ve başarma azmini bana veren kadın.
 Ve ben bu hayatta en çok o'nu incitiyorum.

22 Temmuz 2011 Cuma

elit derken?

Zaman bazen çok hızlı, bazen çok yavaş geçti ve Umut'ta, arkadaşlarımın çocukları da büyüdü.  Bu ara konuşulan  konular aşağı yukarı aynı. Okul.. Hangi okul?.. Nasıl bir eğitim? Kaç para?

Benimse "CPliler içinde bir okul kuruluyormuş" haberinden sonra konuştuğum konular “okulda yemeğini kim yedirecek?”, “ altı bezli, kim değiştirecek?” “30 kelimesi olan çocuk okulda kendini nasıl anlatır?”
"Nasıl bir eğitim?"i geçtim okulun var olması bile mucizeyken, "kaç para?" kısmını 5 Ağustostaki okul tanıtım randevumuzda öğreneceğimizden düşünmemeye çalışıyorum.
"Ben nelerle uğraşıyorum, insanlar nelerle? demiyorum, asla!! Herkesin kendine göre derdi, mutluluğu, hayata bakış açısı ve kabullenişi var. Ama hepimizin de ortak bir noktası; çocuğumuzun “mutlu olması”
Anladığım kadarı ile çok büyük dolaplar dönüyor bu eğitim işinde, ister çocuk “normal” olsun ister “engelli”
Bazen diyorum ki, belki bu çarkın içinde olmamamda bir hayır vardır, yoksa çok kişiyle tartışır, uğraşır, sinir küpü olabilirdim.
Çünkü “normal” çocuğu olup da “normal” bir anaokul arayan annelerden duyduklarım bazen tüylerimi diken diken ediyor.
Geçenlerde duyduğum bir olayda; anne anaokuluna görüşme için gidiyor, ilk sorulan sorular, "ne iş yapıyorsunuz, kaç para maaş alıyorsunuz, eşinizin maaşı ne?" oluyor. Neden bu sorulara maruz kaldığını sorunca da "burası elit bir kurum, alınacak öğrencilerinde elit bir aileden gelmesine dikkat ediyoruz. Zaten çocuk başladıktan sonra 10 gün deneme süresine tabii tutuluyor, eğer elit bir kültür almadığı fark edilirse kaydı siliniyor " deniyor.
Başka bir hikayede ise özel bir ilkokula kayıt yaptırmaya giden bir aneye okulu anlatırlarken yapılan faaliyetlerden birinin de ayda bir "karşı sokakta bulunan devlet ilkokuluna ziyarette bulunup hediyeler dağıtıldığı" söyleniyor. Devlet illkokuluna gidiyorlarmış yahu, çocuk esirgeme kurumuna, bir yaşlılar bakımevine, bir hastanede tedavi gören çocuklara değil...

Yok ben almayayım böyle bir eğitimi, böyle bir okulu, bu zihniyeti, kalsın… O okullarda süregelen "zengin iyidir elittir, fakir kötüdür, cahildir" düşüncesini 3 yaşında bir çocuğa akıtmak nasıl bir kafadır?
Uzaka duralım birbirimizden lütfen...







20 Temmuz 2011 Çarşamba

zamanda yolculuk

Sabah gözümü açtığımda çocuktum ben, yaklaşık 20 saniye kadar çocuk kaldım. Salonda uyuyup kalmış olan kocamın horultusunu, babamdan geliyor sandım. Ablamın evde olmadığına, babamın hala uyuduğuna kanaat getirdim. Ama aklımda tek bir soru kaldı “annem nerede, acaba uyandı mı, şimdi bana seslenecek mi?”
Annemin sesini bekleyerek kımıldamadan yattım, sanki çocuk bedenimdeydim, sanki çocuk odamdaydım. O andaydım ve oradaydım, müthiş bir huzur içindeydim, sonra sonra algım yerine geldi, 9 değil de 39 yaşımda olduğum, annem babamla değil de kocam ve oğlumla yaşadığım. Üzülmedim de, sevinmedim de kabul ettim sadece.


Kalkıp oğlumun odasına gittim, aynı benim az önce annemi beklemem gibi beni beklerken buldum onu, eğilip öptüm usulca, gülümsedi…

19 Temmuz 2011 Salı

yürüteç

Ahahhahahahaaaaa insanın mobilize çocuğu olması ne şahane bir şeymiş!!  Hiç ağzımdan çıkmayan komutlar veriyorum birkaç gündür ; “Umut kapıya bak bakalım kim gelmiş?” “Umut TVda ne oynuyor, git bak ?” “git su bidonuna tekme at!!!” “umut gel camdan bakalım” Hepsini yapmaya başladı. Tabii ben yürütece yamuk yumuk yerleştirirsem!  Babası kızıyor "öyle değil, düzgün tak şunu, kendi ağırlığıyla hareket etmeyi öğrensin, ayaklarını kaldırarak adım atsın iterek değil” diyor.  Haklı olmasına haklı tabii ama bu yürüteç burada 1,5 senedir duruyor. Hiç kullanamadık ki, üzerine her seferinde yerleştirdiğimizde adeta bir kukla gibi asılı kaldı ki. Resimdeki işte o alet, arkadaşlarımın Umut'a hediyesi.

Şimdi ne oldu da yürüteci kullanmaya karar verdi, hiç bilmiyorum.
Baba'nın dediği gibi yerleştirince evet yine hareket ediyor ama destek lazım, azıcık iteceksin, birazcık çekeceksin.

Bencillik ediyorum biliyorum ama bende keyfini çıkartıyorum işte. Ağırlığı yürüteçte kalacak gibi ayarlıyorum, sadece parmak uçlarıyla ittiriyor kendini, kafası bir koç gibi tos atacakmışçasına önde, son sürat ilerliyor. O kadar komik ki!!!! Hatta komşu dedenin balkonunun altına tek başına gidip “dedeeee” diye bağırıyor!
Kollar morarmış, koltuk altları ,boynu çizilmiş, bacakları kıpkırmızı, hiç kolay değil sürekli darbe alıyor aletten ama çok da eğleniyor bu arada...

Tek başına, Umut tek başına hareket ediyor, vay be! Olağanüstü!!!!!

6 Temmuz 2011 Çarşamba

senaryo

Deli deliyi her yerde bulurmuş. 3 sene önce taşındığımız sitedeki insanlarla olan ilişkilerimize baktıkça aklıma hep bu söz geliyor. İlk senelerde çok eğlenirdik, tüm komşular bir arada mangal ziyafetleri , dans geceleri, kareoke partileri düzenlerdik. Artık biraz durulduk, grubumuz küçüldü, şimdilik sadece mangala kaldık ama daha yaz yeni başladı, belli de olmaz. Ayrıca sadece gırgır şamata ile geçmiyor günlerimiz, her Türk topluluğunda olduğu gibi hır-gür de gündemimizin bir parçası artık.

İlk senemizin yazında hiç unutmadığım bir film çekimi yapmıştık, işte beni en çok eğlendiren projemiz bu olmuştu. Kamerayı bir konşumuz getirdi, diğeri senaryoyu yazdı, istisnasız tüm komşular filmde göründü, Umut dahil. Sonrasında sitenin sosyal tesisinde çatlayana kadar gülerek, profesyonelce montajlanmış filmimizi seyrettik. Bir daha da görmek nasip olmadı, film kayıp.
Umutun film’de küçük ama çok önemli bir rolü vardı.
İlk sahnede başroldeki bir mafya babası var. Evinde koltuğunda oturmuş dinleniyor, kucağındaki oğlunun saçlarını okşuyor, yanlarında korumalar, ellerinde plastik tabancalar. İşte o kucaktaki oğul “Umut”. Aslında bu tip filmlerde mafya babasının kucağında kedi olur, ama senaryo Umut’a göre hazırlanıyor, kedinin rolünü Umut kapıyor.
Yönetmenimiz “motor” diye bağırıdığı anda çekim başlıyor. Başka korumalar Baba’nın önüne yakaladıkları bir adamı atıyorlar. Adam yere düşüyor. “Affet baba, bir daha olmayacak” diye yalvarıp ağlamaya başlıyor. Baba “Sus köpek” diyor ve Umuta dönüyor “ne yapalım bu adamı oğlum?” diye soruyor. Umutun o günlerdeki kelime dağarcığı 5-6 kelime, içlerinden biri de “öp” Umut hemen hiç bekletmeden “öp” diye bağırıyor. Mafya babası “duydunuz çocuğu öpün!!” diyor. Yerdeki adam yalvarıyor “yapmayın, lütfen öpmeyin beni” diye . Ve yönetmen “kessstik” diyor, Alkışlıyoruz, ıslıklıyoruz, Umut çok mutlu.
Filmin gerisinde senaryoda her şey birbirine giriyor, entrikalar, cinayetler ve en sonunda havuz başında herkes dans ederek bitiriyoruz aynı hint filmleri gibi… Tüm deliler bir arada...
Umut’un ilk rolünü,ona göre yazılmış senaryonun ilk sahnesini sonsuza dek unutmayacağım. Çok güzeldi.

5 Temmuz 2011 Salı

Pediatrik Rehabilitasyon Kongresi

Facebook çok işe yarıyor. Arkadaş bulma muhabbetini bir tarafa bırakırsak üye olunan gruplardan, yüzünü hiç görmediğin insanlardan o kadar önemli bilgiler ediniliyor ki. İşte "Pediatrik Rehabilitasyon Kongresi" haberi de benim bu şekilde edindiğim bir bilgi. Gerçekten iyi düşünülmüş, muhteşem doktorların, yurtdışından bir çok katılımcının da olacağı bir etkinlik. Davet mektubunu okuduktan sonra aslında bunun tamamen fizyoterapistler için yapıldığını ve  akademik anlamda bir kongre" olduğunu anlamama rağmen 3 gün sürecek olan konuşmaların aslında beni, benim gibi anneleri, engelli çocukların gelişimiyle, bir adım daha ileriye götürülmesi ile ilgili bir bilgi kırıntısına muhtaç velileri ne kadar ilgilendirdiğini farkedince dayanamayıp telefon açtım.
İlgili kişiyi bulup "engelli annesi" olduğumu ve izleyici olarak katılmak istediğimi söyledim. Şaşırdılar ama terslemediler, sadece akamedik bir etkinlik olduğundan belki konuşulan konuyu anlamayacağımdan üstü kapalı bahsettiler. Ben de 7 senedir işin içinde olduğumu bu dile bir şekilde aşina olduğumu söyledim.  Zaten bilgisizlik içinde kıvrandığımızı ve bizim çocuklarımız için yapılan bu kongreye bizleri de davet etmelerini rica ettim. Çok kibar bir beyefendiydi beni kırmadı. Telefonlarım alındı ve yaklaşık 3 gün sonra geri arandım.  Kabul edilmişim. Sadece beni değil ilgili tüm velilerin katılımını kabul etmişler. Teşekkür ediyorum elbette ama canımı da sıkan bir nokta var. Katılımcı ücreti ödemem gerekiyor. Katılımcı olan bir fizyoterapist ile aynı ücreti. Ücret mi ? Eğer 3 güne de katılmak istiyorsam tam 400TL :)
 Konuşulacak, tartışılacak konulardan bazıları : “Özürlü çocuklarda toplumsal katılım”, “Çocuklarda yutma ve salya problemleri”,"Engelli çocuk ve aileye psikiyatrik yaklaşım","Serebral Palsi'li çocuklarda konuşma terapisi","Alternatif terapiler gerçekten etkili mi?"   E benim bunları su gibi içmem lazım. Bana bir veli olarak bunların zaten anlatılması lazım, bir okulum yok, bir danışma merkezim yok, tesadüfen edindiğim bilgiyle bulduğum kongreye gidebilmek için üstüne bir de para vermem gerekiyor. Acı verici.   Neyse buna da şükür mü diyeyim, bilemedim. Belki aklıma uygun bir doktor (ki katılımcı doktorların bir kısmını tanıyorum), bir fizyoterapist, bir katılımcı ile tanışırım, belki 2-3 cümle kaparım, hayatımız değişir. Belli olmaz!
İşte davet mektubu
Değerli Katılımcılar;

Çocuk Fizyoterapistleri Derneği tarafından 2. Pediatrik Rehabilitasyon Kongresi 7-9 Ekim 2011 tarihleri arasında İstanbul'da düzenlenecektir. İnsan sağlığının her alanında “ÇOCUK'' ile çalışmak, çok zevkli ancak bir o kadar da özen gerektirir. Bir de konu “Engelli Çocuk” olduğunda ise işler daha meşakkatli ve özel olur, daha itinalı olmayı gerektirir. Bilimsel bir yaklaşım ve multidisipliner bir anlayışla yapılan rehabilitasyon çalışmaları ile engelli çocukların daha bağımsız bir yaşama kavuşması sağlanabilmektedir. Çocuklarda rehabilitasyon süreci oldukça karmaşık ve çok faktörlü bir denklem gibidir. İstenilen amaca ulaşılabilmek, birçok disiplinin bir arada çalışmasına bağlıdır. Kongrede güncel gelişmelere paralel, uzman desteğiyle yaşam kalitesinin yükseltilmesine gereksinim duyan çocuklarla ilgilenen rehabilitasyon ekibinin ilgisini çekecek konferanslar, paneller, forumlar, özel çalıştaylar, serbest bildiriler ve poster sunumları yer alacaktır. Bilimsel, güncel ve pratikte uygulanabilecek bilgilerle donatılmış ve bu yıl ikincisi düzenlenen PEDİATRİK REHABİLİTASYON KONGRESİ'nde siz değerli katılımcılarla İstanbul’da birlikte olmaktan mutluluk duyacağız.
Saygı ve Sevgilerimizle


http://www.pediatrikrehabilitasyon2011.org/


4 Temmuz 2011 Pazartesi

çok ucuz atlattık

atın adı Efe... Çok sakinmiş, öyle dediler, tam bir eğitim atıymış, o kadar sakinmiş ki hızlanamazmış bile.
Kızın adı Olga... Rus binicilik hocası. Engelliler için hipoterapi eğitmenliği yapıyor, deneyimliymiş, öyle söylediler.
Çocuğun adı Umut... Bir at çiftliğinde bulunmaktan değil de kalabalık bir ortamda olmaktan memnun, aklı fikri yürütülmekte, atlarla hiç ilgisi yok...
Olay bir pazar sabahı gerçekleşiyor. Arkadaşlarımızın davetiyle evimize çok yakın at çiftliğine gidiyoruz, aklımızda Umut'u ata bindirmek gibi bir düşünce yok, kahve için sabırsızlanıyoruz sadece.
Mekana girince Olga yanımıza gelip kendini tanıtıyor. Daha önceki hipoterapi deneyimimizi soruyor. "Pony"ler ile bu işin olmayacağını büyük at olması gerektiğini söylüyor. Paket program hazırlıyormuş çocuğun durumuna göre, "hadi diyor hazır buradayken deneyelim." Önce "olmaz" diyorum, "oturamıyor nasıl tutacaksınız koca atta?"   "ben arkasına oturacağım, sırtını bana dayayacak merak etme" diyor, "hava sıcak, şapkası yok"'a kadar vardırıyorum itirazlarımı "20 dk" diyor Olga "bir şans ver" deneyelim, "bak çok faydalı." Hiç istemiyorum ama basiretim bağlanıyor, "olur" diyorum.
Kız atı hazırlamaya gidince eşimin yanına gidip bir bir tembihlerime başlıyorum. "Kız umutu tanımıyor nasıl idare edecek, yanlarında dur, Umutun bir şeyi tutmasını bekliyorsa o iş olmaz söyle, sakın gözünü ayırma."  Eşim kızıyor "bana güvenmiyorsan sen dur manejde" diyor. "Yok" diyorum "tamam ben oturduğumuz masadan seyredeceğim, senin boyun uzun, sen dur manejde."
At geliyor, çok büyük...Resimdeki at kendisi işte üstündeki de sahibi.. Allahım nasıl olacak bu iş?
Olga atın üzerine bir örtü seriyor, eğer yok. Kendisi ters oturuyor üzerine, hemen önüne de Umutu oturtuyor. İkisi de Nasrettin Hoca misali ters... Umut gergin kendini kasmış, bacaklarıı iki yana açılmıadığı için düz kuyruğa doğru uzatmış bacaklarını. Eşim oğlanın elini tutmuş, yürümeye başlıyorlar.
Atık örtü mü kuyruğa değiyor, oğlanın bacakları mı problem, eşimin geride kalması yüzünden mi, yoksa sinek mi ısırıyor belirsiz, Efe huysuzlanmaya başlıyor, önce duruyor, sonra arka ayakları ile çifteler atmaya başlıyor.  Sıçrıyor olduğu yerde, tek amacı var, üstündekileri biran önce atmak.  Üstündeki benim oğlum... 7 senedir pamuklara sarıp büyüttüğüm, 20cmden düştü diye tüm ailecek panik atak geçirdiğimiz oğlum, şimdi bir atın üstünden düşüyor  gözümün önünde ve hiçbirşey yapamıyorum.  At bir daha sıçrıyor Umut yana kayıyor, ama Olga kollarının altından tutmuş, aynı filmlerdeki sahneler gibi ,oğlum atın yanından boş bir heybe gibi sallanıyor.  Kendimi yere atıyorum, "Allahım " diye bir çığlık kopuyor boğazımdan.  At bir daha sıçrıyor ve son gördüğüm Umut'un da, Olganında havada olduğu... Fırlıyorum yerimden Önümdeki çimenliği ve manejin çitini bir sıçrayışta geçiyorum, sanki düşmeden tutabilirmişim gibi... Bir göz kırpması kadar anda Olga yere düşüyor, Umutta kucağına ve hemen üstüne kapatıyor kendini ki atın çiftesi çocuğa gelmesin. 
Umut ağlıyor, ben ağlıyorum, arkadaşlarım ağlıyor, hiç tanımadığım hamile bir kadın hepimizden fazla ağlıyor.
Sonra susuyor Umut "anne" diyor, bacaklarını kontrol ediyorum, hiçbirşey yok. Herkes başımda "çok korktunuz" diyorlar, iyi çocuğunuz bir şeyi yok bakın gülüyor"
Evet ucuz atlattık çünkü, evet şanslıydık çünkü. Bin tane küfür savuruyorum içimden ama çok iyi yetiştirilmişim hiçbiri dışıma çıkmıyor. Rahat rahat küfredemememe bir daha küfrediyorum ama yine içimden.
Elveda Hipoterapi...
Alacağın olsun Efe...